Site Arama

20120113

Mürşid-i Kamil...




Maneviyat yolunda ilerleyen bir mümin, çok değişik tecellilerle karşılaşır. Zira insan kalbi okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bazen çok durgundur, bazen de korkunç dalgalı bir fırtına hâlindedir. Bu sebeple okyanusu geçip sâhil-i selâmete ulaşmak için geminin sağlamlığı kadar dirayetli bir kaptana da ihtiyaç vardır. Eğer kaptan fırtınalar esnasında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun derinliklerine gömüverir. Henüz yolun başındakilerde bu gibi tecelliler pek görülmez. Ancak bu deryada açıldıkça Rahmani mi şeytani mi olduğu bilinemeyen zuhuratlar, fertten ferde değişen bazı manevi cilveler, inkıbaz, inbisat(2) vs. tabir olunan birtakım hâller kendini göstermeye başlar. İşte bunların tespiti ve tedbiri için dirayetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır.


Her mümin bu istikamete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır. Ümmete en büyük numune şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kalbî hayatını da titizlikle ve takat nispetinde tatbik etmeye çalışmalıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hakk'a teslimiyetini, belâ ve sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nimetler, derya gibi önünde akarken sergilediği istiğna, tevazu ve mahviyeti, imkân nispetinde hayata geçirmelidir. Bu sebeple kalbî inkişaf yolundaki engelleri aşabilmek için, peygamber vârisi olan âlimlerin, ariflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine tevazu ve edeple müracaat edip, tavsiyelerini can u gönülden tatbike gayret etmelidir. Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nimet bilmelidir. Çünkü nurunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir delil ise, nur-i Muhammedî ile nûrlanmış veliler de Hazret-i Peygamber'in birer şahidi ve vârisidir.


Tasavvuf, kişide fıtraten -az veya çok- var olan manevi istidadı inkişaf ettirmektir. Her gönül -tabir caizse- altında petrol bulunan bir arazi gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği manevi bir istidattır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir. Bu istidadın inkişafı için manevi sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için ta madenin bulunduğu mıntıkaya kadar o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya çarpıp parçalanmaması için de sağlam olması icap eder. Bu demektir ki manevi rehberliğine teslim olunacak mürşidin muktedir ve dirayetli olması da son derece mühimdir. Bunun da belli bazı kıstasları vardır. Yeri gelmişken bu mühim meseleye bir nebze temas etmek isteriz:


Gerçek bir mürşid-i kâmili, sahip olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür:


Birinci vasıf: Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur'ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibarettir. Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir. Tıpkı karlı arazideki bir şahsın, adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir hassasiyetle basarak yürümesi gibidir. Bunun için mürşid-i kâmile "veresetü'l-enbiyâ", yani peygamber vârisi denir. Tabii ki, böyle bir bağlılığın muhtevasında nefsani bir hayat yaşanamaz.


İkinci vasıf: Söz ve hâlleriyle Allah’ı hatırlatmasıdır. Allah’ın veli kulları esma-yı ilâhiyye tecellilerine kâmilen mazhar olup, cemali sıfatları ahlâka inkılâp ettirdiklerinden etrafındakilere daima Allah’ı hatırlatırlar. Nitekim ashâb-ı kiram: "- Allah’ın veli kulları kimlerdir?" diye sorduklarında, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "(Allah’ın veli kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ'yı hatırlatan kimselerdir." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) buyurmuştur.


İşte Allah dostu bir mürşid-i kâmilin simasının da muhatabının gönlüne huzur vermesi, onu manevi bir âleme taşıması, Allah’ı ve âhireti hatırlatması icap eder. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü'nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır.


Cenâb-ı Hakk'ın en maruf isimlerinden ikisi "Rahman" ve "Rahîm"dir. Allah’ın veli kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, "Settâru'l-uyûb" dur. Bir veli de ayıp araştırmayıp bilâkis örter. Cenâb-ı Hak, Kerim’dir; evliyâullâh da cömerttir ve ikram etmekten haz duyar. Cenâb-ı Hak Gafurdur; veliler de hata ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halim’dir; evliyâullâh da hilm sahibidirler.


--------------------------------------------
1.İnkıbaz (kabz) ve inbisat (bast), salikte bulunan iki zıt hâldir. İnkıbaz, korku ve benzeri duygularla manevi daralma; inbisat ise ümit ile manevi ferahlamadır.


Kâmil mürşitler, Allah’ın dostudurlar. Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalpleri Allah’a yakındır. İbadetlerinde ciddiyet ve huşu vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri için onların duaları diğer insanların dualarından daha makbuldür. Vücutları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.


Samimi bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın manevi sıkletinden müteessir olur. Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun ruhuna huzur bahşeder. Lâkin bir mümin için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'le beraberlik, hayal ötesi bir güzelliktir. O peygamberler sultanının manevi heybetine muhatap olmanın şerefi karşısında bir müminin alacağı manevi hazzı tarif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den gelen manevi bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın ruhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihya edip manevi ufuklara götürmesi lâzımdır.


Üçüncü vasıf: Manevi tayindir. Bir zatı mürşit tayin etmek üzere bir zümrenin toplanması yeterli olmaz. Bu vazife, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e kadar uzanan sahih bir silsileden icazetli bir mürşid-i kâmilin tensibi ve tayini ile olur. Böyle bir tayin olmadığı zaman silsile orada kesilir. Bu sebeple bazı mürşid-i kâmiller, salâhiyetli birini bulamadıkları zaman kendilerine halef olarak, yollarını devam ettirecek birini bırakamazlar. Bazen bir tane, bazen de -Hâlid-i Bağdadi Hazretleri gibi- bir zuhurat ile çok sayıda mürşit bırakırlar. Bunun hikmeti, Cenâb-ı Hakk'a ait bir keyfiyettir.


Hülâsa, kalbin olgunlaşması ve manevi hakikatleri alıcı hâle gelmesi, bazı temrinlerle mümkündür. Bunun için manevi kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbik etmek icap eder. Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Hak dostlarının rehberliğine ihtiyaç vardır. Her salik, manevi inkişaf için kendisine rehber olacak bir mürşit aramalı, ancak terbiyesi altına gireceği mürşidde de bazı vasıfların mevcut olup olmadığına dikkat etmelidir.


Önemli birkaç ikâz: Buraya kadar anlattığımız hususiyetleri ile mürşid-i kâmiller, müstesna birer Hak dostu ve seçkin kullar olarak tebarüz ettiklerinden elbette ki, onlara karşı edep ve hürmette kusur etmemek ve kendilerinden manen istifade etmek icap eder. Ancak bu edep, hürmet ve istifadeyi, olması gereken sınırların dışına taşırarak ifrat ve tefritlerin arasında boğulmamalıdır. Zira bütün peygamberler de, sâlih zatlar da, öncelikle hepsi birer kuldur. Cenâb-ı Hak, kendilerine ilim, hikmet, marifet deryalarından neleri nasip etmişse, ancak onlara nail olmuşlardır. Zaman gelir, gözlerine ve gönüllerine iki cihanın sırları açılır, zaman gelir bir adım ötesini göremeyebilirler. Şeyh Sadi Gülistan'ında rivayet eder ki, bir kişi Hazret-i Yâkub'a: "- Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yusuf’un gömleğinin kokusunu Mısır'dan gelirken duydun da, neden yanı başındaki kuyuya atılırken onu görmedin?" diye sordu. Yakup -aleyhisselâm- da cevaben şöyle buyurdu: "- Bizim bu hususta nail olduğumuz ilâhî nasip, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gerçekler, bize bazen ayan olur, bazen kapanır!"


Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, bir gün kendisine o an için bilmediği bazı sualler soran bir kimseye vahyin kesin olarak geleceğine istinaden, "inşâallâh" lafzını söylemeden: "- Yarın gel, cevabını vereyim!" buyurmuştu. Ancak ertesi gün ilâhî vahiy gelmedi ve bu hâl onbeş gün devam etti. Böylece âlemlerin kendisi hürmetine yaratıldığı o Varlık Nuru dahi aciz kaldı. Nihayet ilâhî vahiy ancak: "(Rasûlüm!) Allah’ın dilemesi olmadan (inşâallâh demeden) hiçbir şey için "Bunu yarın muhakkak yapacağım." deme!" (el-Kehf, 23-24) ikazıyla birlikte gelmeye başladı.


Bu ölçü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında bile tahakkuk ettikten sonra, onun muhtevasının, bütün kullara ne derecede şamil olduğunu iyi anlamak lâzımdır. Bu bakımdan, meselâ Allah’ın sevgili bir kulu, dua ettiğinde mutlaka kabul olacak veya bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifa bulacak denilemez. Zira bu hususlar, her iki tarafın ihlâsı yanında, bir de Cenâb-ı Hakk'ın muradına muvafık düşmelidir ki, maksat hâsıl olsun. Ayrıca yapılan dua ve ilticaların hepsinin kabulünün, hemen bu dünyada değil, daha sonra, yani ahrette de tecelli edebileceğini ve bunların da Hakk'ın iradesine bağlı keyfiyetler olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.


Başka bir önemli husus da, hem peygamberlerin hem de evliyâullâhın farklı farklı meşrep ve tasarruflara sahip olmasıdır ki, birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir. Onun için hepsinden aynı meşrep ve tasarrufları beklemek doğru olmaz. Kur'ân-ı Kerim’de de bildirildiği gibi Musa -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır'da yoktur; Hızır -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Musa’da yoktur. Aynı şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlana olamayacağı gibi, Hazret-i Mevlana da bir Hazret-i Geylânî olamaz. Zira her iki tarafa verilenler ve kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır. Ama elbette ki, hepsinde asıl gaye, kulluk ve marifettir. Çünkü Rabb'e giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısınca çoktur.


Diğer bir mühim husus ise, peygamberlerin dışında hiçbir kulun ilâhî teminat altında olmadığı hakikatidir. Yani bir kul zirvelerin zirvesine de çıksa, her an ayak kayması tehlikesi ile karşı karşıyadır. Nitekim bir zamanlar sâlih bir kimse olan Bel'am bin Baura, daha sonra nefsine uyarak ebedî hüsrana uğramıştır. Bu hâdise Kur'ân-ı Kerim’de şöyle bildirilir: "Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu ayetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir." (el-A'râf,175-176)


Kasas Suresi’nde bildirilen Karun’un misali de böyledir. O da pek müstesna sâlih bir kul iken, sefil bir gafil ve rezil bir asi olarak ebedî saadetini perişan etmiştir. Cenâb-ı Hak, onu, dayanıp güvendiği ve sırtını yaslayarak böbürlendiği servetiyle beraber yerin dibine geçirmiştir. Dolayısıyla hangi manevi makam, mertebe ve üstünlük olursa olsun, her hâlükârda kulların içindeki nefisler daima pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz gönülleri hüsrana uğratabilmektedir. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile: "Allah’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahi beni nefsimin hevâsıyla baş başa bırakma! Her hâlimi ıslah eyle! Şüphesiz senden başka ilâh yoktur..." (Ebû Dâvud, Edeb, 100-101) şeklinde Hakk'a ilticâda bulunmuştur.


Hak dostları da, daima bu hadis-i şerifin muhtevası içinde yaşarlar ve hiçbir zaman "bizim işimiz tamam oldu" şeklinde bir vehme kapılmazlar. Zira seyr u sülûklerini bitirseler de bu vehme kapılanlar, hep yarı yolda kalmışlardır. Ancak "daha olamadım" diyerek kendi noksanlarını görenler, acziyet içinde ve iltica hâlinde olarak hiç durmadan yol almışlardır. Öyle ki, peygamberlerin sertâcı olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahi, o kâbına varılmaz kulluk tezahürlerine rağmen, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmayı hiçbir zaman terk etmemiş ve O'nun bu hâlinin sebebini soran Hazret-i Âişe'ye: "- Ya Âişe, şükreden bir kul olmayayım mı?" (Müslim, Münâfikûn, 79) buyurmuştur.


Yine O Fahr-i Kainat, ezvâc-ı tâhirâtın rivayetine göre: "Rabbine hamdederek onu tesbîh et; ondan mağfiret dile! Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir." (en-Nasr, 3) ayetinden sonra her an bir öncekinden daha fazla hamd ve sena ile meşgul olmuştur.


O hâlde Hak yolunda kim hangi dereceye varırsa varsın, hiçbir zaman kulluk mes'ûliyetinden kurtulamaz ve amellerinde hiçbir şekilde eksiltme ve muafiyet ihdas edemez. Yani farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helâller, mubahlar, müstehaplar ve diğer bütün ilâhî düstur ve mükellefiyetler, kulluk yolundaki herkesin omuzlarına konmuş olup ölüm vaktine kadar da alınmayacaktır. Onun için gerçek mürşid-i kâmiller, bütün bir ömrünü: "Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et." (el-Hicr, 98-9) emrine tabi olarak yaşayabilme gayreti içinde olurlar.


Böyle manevi rehberler, halka karşı yaptıkları hizmetten dolayı en küçük bir talepte bulunmazlar. Hatta Rablerine kullukları için bile bir karşılık beklemezler. Çünkü bilirler ki karşılık bekleyerek amel-i sâlih işleyenler, yaptıklarının değer ve derecelerini düşürürler. Bu itibarla Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma, kendileri oruçlu oldukları hâlde, iftarlıklarını bir akşam kapılarına gelen bir miskine, diğer akşam bir yetime, üçüncü akşam da bir esire vererek üç gün suyla iftar etmişler, ayrıca o kimselerin teşekkürlerine de: "- Biz, sizden teşekkür bekleyerek böyle davranmadık. Yegâne maksat ve niyetimiz, Rabbimizin rızasıdır..." şeklinde mukabele etmişlerdir.


Hâsılı gerçek mürşid-i kâmiller, örnek bir şahsiyet sergilemek suretiyle peygamberlerin terbiye ve tezkiye vazifelerini devam ettiren ruh dünyasının zirveleridir. Aynı zamanda bu Hak dostları, Allah’a ve onun ulvî sıfatlarına arif olarak imanlarında ihsan derecesine ulaşmış kimselerdir. Böylece kendilerine Hak katında ilm-i ledün, hikmet, marifet vesâir nimetler bahşedilmiştir. Lâkin hiçbiri bir sahabe derecesinde değildir. Elbette sahabe de peygamberlerin merbetesinde, peygamberler de Hazret-i Peygamber'in makamında değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelince, o da, Hak Teâlâ'nın sadece kulu ve Rasûlüdür.


Bu hakikate binaen insanlara aşırı değer vermekten sakınmalı ve hepsine ancak bulundukları hâle göre muamele etmelidir. Yani Veysel Karânî ve hatta İslâm hukukunu tedvin eden İmam-ı Azam bile hiçbir zaman bir sahabe derecesinde olamaz. Zaman zaman bazı gafillerin, üstat belledikleri şahısları sahabeden, hatta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den üstün tutarcasına bir saygı, ihtiram ve -gûyâ- bağlılık sergilemeleri ise, hatadan öte bir dalâlettir. Bu dalâlet, Cenâb-ı Hakk'ın taksimatını tersine bir mübalağa içinde hakikatten uzaklaştıran garip bir ifrattır. Bunun içindir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylesi hâllere düşülmesi endişesiyle, gafilâne medh ü senalardan menetmiş ve övülecek hususlar şayet nefsaniyete sebebiyet verecekse, metheden kişiyi kastederek: "Onun yüzüne toprak serpin!" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 5) buyurmuştur. Çünkü nefsi tahrik edecek iltifatlar, kalbin felâketine atılan imzalardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder