Site Arama

20120113

Tasavvufta Muhabbet ve Rabıta


Tasavvufun özüne ve gayesine baktığımızda; onun seyr u sülûkte temel sâikının "muhabbet", nihai gayesinin de "adap" olduğunu görürüz. Bunlardan "muhabbet" vasıta, "adap" ise neticedir. Bu iki mefhumun ehemmiyeti üzerinde ne söylense azdır. Bir varlığa duyulan muhabbet şiddetlendikçe, bu muhabbetten o varlığa herhangi bir "nispeti", yani yakınlığı, benzerliği veya ilgisi olan her şeye, o yakınlığın şiddeti derecesinde bir pay isabet eder.


Meselâ, mürşidini aşırı derecede seven bir mürit, ona ait tavırlardan -nakıs da olsa- benzer davranışlara sahip olanlara bile, o davranışlar mürşidini hatırlattığı için muhabbet duyar. Mürşidinin bir yakınıyla karşılaşsa, onu Kâbe'den henüz dönmüş bir hacıya mülaki olmuşçasına iltifatlara gark eder. Mürşidinin kullandığı herhangi bir eşyaya sahip olmak, onun ruhunda nihayetsiz bir sürur meydana getirir. Bu keyfiyet, Veysel Karânî Hazretleri'nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından kendisine gönderilen Hırka-yı Saadet karşısında duyduğu sürurun bir benzeridir.


Muhabbetin ziyadeleşmesine paralel olarak, sevilen varlığa "nispet" keyfiyeti, gitgide en kuvvetli nispetten en zayıfına doğru bir şümul kazanır. Burada şunu da ifade edelim ki muhabbetin şümulünü, merkezinde sevilen varlık olmak üzere, yakın ve uzak bütün nispetleri ihtiva edecek şekilde bir daire gibi sonsuza kadar genişletmenin tasavvuftaki adı "aşk-ı mutlak"tır.1 Bu keyfiyet Yunus’un: “Yaratılanı hoş gör Yaratandan ötürü” mısralarında ifade ettiği gibi sıfat, mahiyet ve amelleri her ne olursa olsun, Yaratan'ı hürmetine bütün mahlûkatı, muhabbet ve merhametle kucaklayabilme hâlidir. Bu, âşığın ulaşabileceği son merhaledir. Bu merhaleye kadar bulunduğu -hemen hemen- her noktadaki hâlinin ifadesi ise, "aşk-ı mecazi”dir.


Sâlik, mürşidine aşk ve muhabbetle bağlandığı anda, bu "aşk-ı mecazi" başlamış olur. Bu aşk da "mecazi”dir. Çünkü kalp, Allah’a mahsus bulunduğundan hakiki maşuk, Allah’tan gayrisi olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanılan hâller, bir saraya çıkışta merdiven basamakları mesabesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullâha hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Tabir caizse "Leyla”dan "Mevlâ"ya ulaşma gayretidir. Bu gayretlerde en feyyaz merhale, gerçek bir mürşid-i kâmile mülaki olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin manevi heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli tezahürü ise rabıtadır. Muhabbetin böyle sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede bir şiddete ulaşması, "rabıta”nın ta kendisidir.


Rabıtanın lügatteki manası, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esasen kâinatta rabıtasız hiçbir canlı yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir. Diğer bir ifade ile rabıta, varlığın özünü teşkil eden muhabbetin bir tezahürüdür. Muhabbetin tazelik ve zindeliğinin devam ettirilmesidir. Üç türlü rabıta vardır:


1- Tabii Rabıta: Ferdin yakınlarına duyduğu muhabbettir. Bu, fıtrî sâiklerin eseridir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi...


2- Bayağı (Süflî) Rabıta: Men edilmiş olan şeytani temayüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgul olup çoluk-çocuğunu dahi unutması gibi...


3- Ulvî Rabıta: Mukaddes mefhumlara ve ulvî duygularla insanı Allah’a götüren vesilelere rabıtadır. Kalben tecliye (cilâlanma) ve müşahede makamına vasıl olmuş kimselerin ruhaniyetinden istifade etmek için, fiilen veya manen daimi bir surette onlarla birlikte olmaktır.


Biz burada, rabıtanın yukarıda saydığımız bu üç nev'inden sonuncusunu anlatacağız. Bu, salikin mürşidinden lâyıkıyla istifade edebilmesi için, onun muhabbetini gönlünde daimi bir surette taze tutmak üzere gerçekleştireceği bir mümareseyi ifade eder.


Tasavvufî eğitim metotlarından biri olan rabıta, her tarikatta adı ve tatbik şekli az çok farklı olmakla beraber, umumiyetle müridin mürşidini gözünün önünde canlandırması ve onun hâl ve tavırlarını hatırlayarak, ulvî duygularla hemhâl olması demektir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu suretle daima taze tutulması, müride manevi bir zindelik kazandırır.


------------------------------------------------
1.Kur'ân-ı Kerim, müminlerin Allah’a olan sevgisinin son derece ileri olması gerektiğini, "Müminlerde Allah sevgisi her sevgiden daha şiddetlidir."(el-Bakara, 165) ayetiyle beyan eder ki bu derecedeki sevgi, dilimizde "aşk-ı ilâhî" şeklinde ifade edilmektedir.


İnsan, tesire açık bir varlıktır. Bazı hastalıklarda olduğu gibi insanoğlunun "hâl"lerinde de sirayet özelliği vardır. Ruhlar arasındaki manevi alışveriş, hayatın inkâr edilemeyecek gerçeklerinden biridir. Hususiyle faal ve müessir şahsiyetlerdeki kuvvetli ruhi temayüller, onların yakınında bulunanlara istidatları nispetinde -az veya çok- intikal eder. Bu intikal, sirayet eden "hâl"in müspet veya menfi olmasına da bağlı değildir. Her hâlükârda intikal vaki olur. Yeter ki arada muhabbet ve ünsiyet bağları bulunsun.


Meselâ, aşırı derecede merhametli, feragat sahibi ve fedakâr insanların hâlleri, içinde bulundukları cemaate tesir eder. Muhabbetin bir tezahürü olan rabıta, böyle ahlâkî meziyetlere dair ruhi alışverişi çoğaltmak ve süratlendirmek ve bunları daha ziyade ahlâka inkılâp ettirmek içindir. Bu sebeple akl-ı selim sahibi her mümin, takva sahibi sâlih kimselere muhabbet duyarak ve onlarla ünsiyet kurarak, bu güzel hâl in'ikâsını azami dereceye çıkarmaya gayret etmelidir.


Ne hikmettir ki, temiz ve güzel bir elbiseye çamur sıçramasından bizar olan akıl, şayet vahyin nuruyla aydınlanmamışsa, günahlarla kararmış kalplerdeki çirkin huyların ruhu istilasından, çoğu kez azıcık bir teessür bile duymaz. Çünkü nefsanî ve şeytanî telkinlerin bir çeşit manevi narkozuna maruz bulunduğundan, bu ruhi sıkıntıyı fark edemez. Bu sebeple gönül gözünü açmak ve ebedî kâr ile ziyanı iyi hesap etmek icap eder. Zira müspet tesirlerin yanı sıra, menfi şekilde de gerçekleşebilen ve bir nevi "şahsiyet transferi" demek olan bu sirayetler karşısında insan, tercihinde muhayyer bırakılmıştır. Ancak, Allah Teâlâ, bu tercihin doğru olanını da Kur'ân-ı Kerim’de şöyle haber vermiştir: "Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun!"(et-Tevbe, 119)


Dikkat edilecek olursa Cenâb-ı Hak, bu ayet-i kerimede kullarına, "Sadık olun!" buyurmamış, takvanın muhafazası için "sadıklarla beraber olmayı" emretmiştir. Çünkü sadık olma yolunda atılacak ilk adım, sadıklarla beraber olmak, yani onlarla muhabbetli bir ünsiyet içinde bulunmaktır. Sadık olmak, bu durumun tabii bir neticesidir. Nitekim "Üzüm üzüme baka baka kararır" sözü de, bu hakikatin bir ifadesidir.


Salih ve sadıklarla beraberlik, nefsi uslandırmakta radyasyon gibi, müşahedesi imkânsız, fakat neticesi mutlak bir müessirdir. Salih insanların muhitinde bulunmak, onların hâl ve tavırlarını müşahede etmek ve hatta onların nurani çehrelerine bakmak bile bu kabildendir. Bundan dolayıdır ki maneviyat büyüklerinin huzurlarında bulunabilmek büyük bir nimettir. Çünkü hâller, sirayet eder. Nasıl ki gül bahçesinde eğlenen insanın üzerine gül kokuları sinerse, sâlihler meclisi de ruhlardaki manevi alışverişin pazarı gibidir.


Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: "Kur'ân-ı Kerîm'in: "Ey iman edenler, Allah’tan korkunuz ve sadıklarla berâber olunuz!" ayetindeki "beraber olunuz!" emri, daimi bir surette beraberliği ifade eder. Yani beraber olmak, mutlak bir surette zikredildiğinden, hem fiilî ve hem de hükmî olarak iki yönlüdür. Fiilî beraberlik, sadıkların meclisinde kalp huzuruyla fiilen bulunmaktan ibaret olduğu gibi, hükmî beraberlik de gıyaplarında onların hâllerini tahayyül etmekten ibarettir."


Bu itibarla nasıl ki Hak dostlarıyla zahiri beraberlikte edeben ulvî duygularla bulunulması zaruri ise, o hâli gıyaplarında da kalbî bir beraberlik suretinde devam ettirmelidir. Çünkü Hak dostları ile fiilî beraberlik her zaman mümkün olmayabilir. Bu takdirde kalbî beraberliği devam ettirmek için rabıtaya ihtiyaç vardır.


Fakat daha evvelce de ifade etmiş olduğumuz gibi tasavvufî eğitimde kuru kuruya bir fiilî beraberlik de makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse kapamazlar. Öte yandan uzak diyarlardaki nice müritler, mürşitlerine duyduğu engin hürmet, hasret, aşk ve bağlılıkları vesilesiyle müstesna nasiplere, güzel hâllere, ilhamlara ve manevi duyuşlara nail olabilirler. Büyüklerin buyurduğu; "Yemen'deki yanımda, yanımdaki Yemen'de." sözü de esasen bunu ifade eder. Bu sebeple mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.


Ayrıca, manen dirayetli insanların, etrafındakileri kendi hâliyle hâllendirme istidadı her ne kadar azami derecede olsa bile, bu tek başına yeterli değildir. Zira tasavvuftaki hâl intikali, öyle bir manevi akıştır ki, o akışın, sürat ve tesirinden azami istifadenin hâsıl olması, mürşid-i kâmilin dirayeti kadar, müridin istidadına ve muhabbetinin seviyesine de bağlıdır. Onun içindir ki her mürîd -sırf mürîd olması sebebiyle- aynı merhaleye ulaşamaz. Fark, müridden mürîde değişen istidat ve kalbî muhabbetteki seviyeden doğar. Bir misal ile söylemek gerekirse, bir kimsenin su almak gayesiyle kabını, küçük bir göle ya da uçsuz bucaksız bir okyanusa daldırması arasında fark yoktur. Her iki hâlde de ancak kabının hacmi kadar su elde eder. Bu sebeple müridin de istidatlı ve bu istidadını kullanma gayreti içinde olması icap eder. Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:


Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen
Bin yıl anda durursa kendi dolası değil


Rabıta ve murakabelerde başvurulan diğer bir usul de, silsile-i şerîfe1 okunmasıdır. Bu, sâlihlerin yâd edilmesiyle kalplere inmesi umulan rahmetten ve yâd edilen o zevatın güzel hâllerinin in'ikâsından bir hisse alabilmek içindir. Nitekim büyük âlimlerden Süfyân bin Uyeyne: "Salihlerin zikredildiği meclislere rahmet iner."(Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II. 70) buyurmuştur.


Esasen Allah dostlarının menkıbelerini ihtiva eden çeşitli kitapların telifi de, onlara muhabbetle yaklaşan kimselerde hep böyle bir ilhamı gerçekleştirmek içindir. İşte rabıtanın gayesi de, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e ulaşan Allah dostları silsilesiyle gönüllerin feyizyâb olmasıdır. Muttasılın bir elektrik kablosuna tutunan râşedâr (titreyen) insanlar gibi en sondaki de aynı akımdan istidadına göre bir hisse alır.


Mürşide huzurundayken gösterilen edep ve muhabbeti, gıyabında da gösterip, onun ahlâkıyla ahlâklanmaya medar olacak derecede rabıtanın seviye bulmasına fenâ fi'ş-şeyh tabir olunmuştur.


Fenâ fi'ş-şeyh makamının daha da ötesinde fenâ fi'r-rasûl makamı vardır. Nitekim İslâm semasının yıldızları mevkiindeki ashâb-ı kiramın bazıları, İslâm'la şereflenmezden evvel fıtrata ters bir hayat yaşıyorlardı. Fakat hidayet bulduktan sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in duygularının kendilerine yansımasıyla, dünyanın en faziletli insanları hâline geldiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den silsile hâlinde mürşid-i kâmilin gönlüne aktarılan feyiz de, saliklere rabıta ve sohbet ile intikal eder. Bu sayede Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek şahsiyeti, mürîde istidadı nispetinde akseder.


Bu mertebede, hayatın her anında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in huzurundaymış gibi hareket edilerek O'nun ahlâkıyla bütünleşilir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e olan rabıtayı, yani bağlılığı kuvvetlendirmek için de salât ü selâmlarla ve sünnet-i seniyyeye ittibâ ile gönülde sağlam bir sevgi ve beraberlik hattı oluşturmak gerekir.


Malum olduğu üzere fenâ fi'r-rasûl hâli, en güzel bir şekilde Ebu Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-'da gerçekleşmiştir. Ondaki bu hâl karşısında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: "Ebu Bekir benden, ben de Ebu Bekir'denim. Ebu Bekir, dünya ve âhirette kardeşimdir." (Deylemî, Müsned, I, 437) buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerif, karşılıklı kalbî yakınlığı, ne güzel ifade etmektedir. Bu kalbî beraberliğin daha üst merhalesi de fena fillâh makamıdır. Kur'ân-ı Kerim’deki: "Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir..." (el-Hadid, 4) "Biz insana şah damarından daha yakınız!" (Kâf, 16) ayetlerinin sırrına lâyıkıyla nail olmak da, fena fillâh makamına mazhariyetle mümkündür.


Cenâb-ı Hak'ta fani olmuş bir mürşid-i kâmilin kalbi, esmâ-yı ilâhiyyenin tecellilerine mazhariyetle feyizlenmiştir. Bu itibarla mürşidin kalbi, adeta ışık huzmelerini bir noktaya teksif etmiş olan mercek gibidir. Bu tecellilerin bereketiyle bütün menfilikleri yakıp kül eder. Mürit, rabıta ile bu bereketten istifadeye çalışır. Kalpten nefsanî bencil duygular gider, onun yerine örnek şahsın hâlleri intikal eder. Kalbi işgal eden dünyevî her şey, kalbin dışına çıkarılarak lâyık olduğu mevkide tutulur.


Mürîdle mürşid arasındaki bu hâl geçişi, mürîd için aynîleşme istikametinde bir gelişmeye mazhariyet demektir. Hadis-i şerifte: "Kişi sevdiği ile beraberdir..." (Buhârî, Edeb, 96) buyrulmaktadır.


Nitekim bu hususta, Kur'ân-ı Kerim’de geçen Ashâb-ı Kehf kıssası2, çok câlib-i dikkattir. Ashâb-ı Kehf'in köpeği Kıtmîr, sâlih ve sadıklara bekçilik yaptığı için kendisine sadakat in'ikâs etmiştir. O da sadıklardan olarak cennete girecektir.3 İşte Kıtmîr, samimi bir şekilde sadıklara bekçilik etmesiyle bu dereceye çıkarsa, hakiki bir müminin de, Allah dostlarına ve sâlihlere muhabbetle bağlanmak suretiyle ne büyük ölçüde terfi edeceği aşikârdır. Burada, tasavvufta ehemmiyetli olan rabıtayla ilgili bir başka bahse de değinmek istiyoruz.


------------------------------------------------
1.Silsile-i Şerife: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e kadar uzanan mürşidler zincirine verilen addır.
2.Kehf Sûresi, 9-26. ayetler.
3.Bilgi için bkz. İ. Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, V, 226


Rabıta-i Mevt (Tefekkür-i Mevt):


Tasavvufta ölüm ile rabıta kurmaya "tefekkür-i mevt" denir. Ölümü tefekkür etmenin insan hâl ve tavırları üzerinde büyük bir tesiri vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar: "Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!" (Tirmizî, Zühd, 4)


Gerçekten tefekkür-i mevt, insanı huzursuz eden nefsanî dünya sevgisini azaltır. Çünkü dünyanın geçici mal, mertebe, mevki ve nefsanî güzelliklerini aşırı derecede sevmek ve onlara gönül bağlamak, gaflet gibi manevi hastalıkların başıdır. Kalbimizin bu gibi bağlılıklardan korunması için kabri düşünmek, istikbalde başımızdan geçecek kabir ahvalini tefekkür etmek; bizleri samimi bir tövbe ve ibadetle huşua sevk ederek dünyevî ihtiraslardan, boş hevâ ve heveslerden korur. Devam ettiğimiz zikir ve rabıtalarımız, âhiret kurtuluş ve saadetine vesile olur.


İslâm büyükleri, gafil kalpleri uyandırmak ve ölmüş gönülleri ihya etmek için bu yönde pek çok nasihatlerde bulunmuş ve halkı ikaz etmişlerdir. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, oğlu Hasan -radıyallâhu anh-'a vasiyetinde şöyle buyurmuştur: "Ey oğul! Ciddî olarak ölümü an ve ölümü anmakla kalbini terbiye et. Neticede her şeyin yok olacağını unutma ve bu yoklukta karar kılacağını bil! Kalbine dünyanın muhtemel tehlikelerini zaman zaman hatırlat!"


Hakikaten zaman dümdüz bir çizgi gibi akıp gitmeyeceği için, acı ve sıkıntılı günlerin de iyileri gibi mümkün, muhtemel ve mukadder olabileceğinden gafil olmamak gerekir. İmam Gazali -rahmetullâhi aleyh- de şöyle nasihat eder: "Ey oğul! İstediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin! Dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın! İstediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin!.. Ey oğul! Maksadın, ruhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim olmaya, bedenini de ölüme hazırlamaya gayret etmek olmalıdır. Çünkü son durağın kabir olacaktır. Kabirdekiler, "Ne zaman geleceksin?" diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme!"


Ömer bin Abdülaziz'in son hutbesindeki nasihatlerinden bir kısmı ise şöyledir: "Ey insanlar! Dehşet saçan âhiret yamandır. Sırr-ı Celâl'e mazhar olan peygamberler ve mukarreb melekler bile o ceza gününün dehşetinden titrerler. Celâl-i ilâhînin karşısında kimde takat ve tahammül kalır? Bununla beraber, Allah’ın hudutsuz genişlikteki rahmeti sebebiyle de ümitsiz olmayınız! Yine muhakkak biliniz ki yarın mahşerde selâmette olmak, bugün Allah’tan korkan, küfür ve isyandan sakınan, bakiyi faniye tercih eden insan içindir. Aksi harekette bulunan aldanır, ömür sermayesini lâyık olmayan işlerde sarf eder ve sonra eli boş kalır. Bugün geçmişlerin yerine sizler geldiniz. Sizin yerinize de başkaları gelecektir elbette! Görüyorsunuz ki gelenler gidiyorlar; gidenler dönmüyorlar. Bu gayr-i ihtiyârî gidiş, varlıktaki bu akış, Cenâb-ı Allah’adır. Aranızdan ayrılıp ahirete gidenleri hemen her gün yolcu ediyorsunuz, ebedî istirahatgâhlarına götürüyorsunuz da bunlardan hiç mi ibret almıyorsunuz? Onları kara toprak altında yataksız, yastıksız, tek ve tenha bırakıp gidiyorsunuz. Ölüm acısını tadan o fanilerin hâli ne kadar acınacak, ibretli bir durumdur. Tanımadıkları bir âleme gitmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar, bu geçici hayatın gafletinden uyanmışlardır. Gerçeği görmüşler ama iş işten geçmiş, kuş yuvadan uçmuş, telafi ve tedarik sebepleri elden çıkmıştır. Ellerinde hayırlı amellerinden başka bir şey kalmamıştır. O ceza gününde, günahları gözlerinde büyümüş, üzüntü dolu hâlleriyle akıbetlerini beklerler. Perişan bir surette mukadder olan mahşerin dehşetiyle titrerler."


Ölüm, bir başka âlemde uyanma ve gerçeğe vâkıf olma sebebidir. Lâkin o âlemdeki uyanış bir fayda sağlamayacağından, ölmeden evvel gaflet perdelerini yırtıp uyanmak icap eder.


Tefekkür-i mevt, mürîdi ihtiraslardan, dünyaya bel bağlamaktan ve her türlü nefsanî temayüllere iltifat etmekten koruyan bir vasıtadır. Tasavvufta temel gaye nefse galebe çalmak olduğundan, tefekkür-i mevt hemen her tarikatta bu maksat için başvurulan bir usuldür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder