Site Arama

20120113

Tasavvufta Hizmetin Önemi








Tasavvufi terbiyede hizmetin ehemmiyeti pek büyüktür. Gönüllere; tevazu, mahviyet ve mahlûkata şefkat duygusunu yerleştirmenin en müessir yolu hizmetten geçer. Bu bakımdan bütün mürşid-i kâmiller, saliklerin terbiyesinde hizmeti mühim bir vasıta telakki etmişlerdir.







Makbul bir hizmet; ihlâs, merhamet ve diğerkâmlık dolu bir gönülle mahlûkata yönelmek suretiyle Allah rızasının aranmasıdır. Hizmet ehli, mayın tarlasında yürür gibi bir hassasiyetle, muamelelerinde nezakete dikkat etmelidir. Zira muhatabı, nazargâh-ı ilâhî olan gönüllerdir.







İslâm ahlâkının esasını ararsak onu, Rabb'e aşk ve ihlâs ile yönelişte; bu yönelişin yegâne nişanını da hiç şüphesiz "hizmet"te buluruz. Zira "hizmet eden himmete nail olur" düsturu çerçevesinde hizmet, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıracak müstesna ve ulvî bir basamaktır. Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat ve sonsuz mükâfata mazhar olanların cümlesi, peygamberler ve evliya, hep bu basamağın üzerinde yücelmişlerdir. Yani bir ömür Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in: "Bir kavmin efendisi, onlara hizmetkâr olandır..." (Deylemî, Müsned, II, 324) hadis-i şerifinin müşahhas nümûneleri olmuşlardır.







Buna göre kullar için zirvelerin yolu ve ebediyet kazancı, samimi bir gönülle yapılan hizmetlerden geçmektedir. Öyle ki, yerine göre ilâhî rızaya muvafık küçük bir hizmet, nice nafile ibadetlerden üstün olabilmektedir.







Nitekim sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahabenin bir kısmı oruçlu, bir kısmı değildi. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlarsa, oruçlulara abdest için su taşıdılar ve onlara gölgelenecek çadırlar kurdular. Ancak iftar vakti olunca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Bugün, oruç tutmayanlar daha fazla ecre nail oldu." (Müslim, Sıyâm, 100-101) buyurdu.







Ümmetine böyle nice hizmet kandilleri uzatan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kuba mescidi ve Mescid-i Nebevî inşa edilirken ashabının bütün ısrarlarına ve mani olma gayretlerine rağmen, mübarek sırtlarında taş taşımışlardır. Varlık Nuru’nun bu yüksek tevazuu ve hizmet ruhu, bütün ümmet için eşsiz bir numunedir. Esasen onun hayatı, baştan sona Hakk'a, insanlığa ve bütün mahlûkata hizmetle geçmiştir.







Dolayısıyla o mübarek varlığı kendilerine örnek alan bahtiyarların hayatlarında da hizmet, en bariz vasıflardan biri olmaktadır. Yani her Hak âşığı ve Peygamber mecnunu olan gönül, ehl-i hizmettir. Ehl-i hizmet olanlar da, gökteki ay ve güneşe benzerler ki, etraflarını aydınlattıkça kendilerinin parlaklığı artar. Ne sonbaharın ne de kışın solgunluğu onlara bir zarar eriştirir. Diğer bir ifadeyle onlar, uzun yollar boyunca bin bir canlıya; hayvanata, ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hizmet ederek akıp giden bir ırmak gibidir ki, varacakları menzil ancak cananın sonsuzluk ve vuslat deryasıdır.







Bu hakikate aşina olanlar, halka padişah bile olsalar kendilerini devamlı olarak bir hâdim, yani hizmetkâr olarak addetmişlerdir. Koca Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han'ın, mübarek beldeler devletine emanet edilip de hutbede kendisi hakkında: "Hâkimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi)" denilince yaşlı gözlerle imama itiraz edip: "Bilâkis Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi)" diye düzeltmesi de hep ulvî bir hizmet anlayışının ve kulluktaki asıl gayeyi idrakin tezahürüdür.







Nitekim Ubeydullâh Ahrar -kuddise sirruh-, eriştiği mertebeyi hizmetin bereketine atfederek -tahdîs-i nimet kabilinden- şöyle buyurur: "Biz bu yoldaki mesafeleri, sadece tasavvuf kitaplarını okuyarak değil, okuduklarımızı imkân nispetinde tatbik etmekle ve halka hizmetle kat ettik. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler." Bu ise, sadece bilmenin kâfi olmadığını ve bildiğini mutlaka hizmete taşımak gerektiğini de ifade eder. Ancak yapılan hizmetin Hak katında makbul olması, bazı vasıfları haiz olarak icra edilmesine bağlıdır. Buna göre makbul bir hizmet; ihlâs, merhamet ve diğergamlık dolu bir gönülle mahlûkata yönelmek suretiyle Allah rızasının aranmasıdır. Yani hizmet, herhangi bir nefsi menfaat gözetmeksizin samimi olarak yapılmalı ve onunla âhiret kazancı hedeflenmelidir. Böyle olduğu takdirde hadis-i şerifte bahsedilen bir "yarım hurma" dahi ebedî kurtuluşa vesile olur.







Ubeydullâh Ahrar Hazretleri anlatır: Bir gün pazara gitmiştim. Aç bir kişi yanıma geldi ve: "- Açım, beni Allah rızası için doyurur musun!" dedi. O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşçı dükkânına gittim. Aşçıya: "- Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun mukabilinde şu aç insanı doyurur musun?" dedim.







Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iade etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim. Ubeydullâh Ahrar Hazretleri, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla sonradan büyük bir servete sahip oldu. Öyle ki çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübarek zat, buna rağmen hizmetten geri kalmadı. Zenginlik zamanına ait hâlini kendisi şöyle anlatır: "Semerkant'ta Mevlana Kutbuddîn Medresesi'ndeki dört hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için hastalıkları bana da sirayet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim."







Büyüklerin hayatındaki, Hak yolunda infak ve hizmet faziletine dair ideal davranışlar, bizler için güzel bir numunedir. Bir Müslüman ne kadar zengin olursa olsun, maddî imkânlarının hakkını ve bedelini ancak manevi dirayetini artırdığı ve kalbî hayatını seviyelendirdiği nispette verebilir. Maneviyatta terakki ettikçe zühd ve takva ölçülerine riayet ve zenginliğe rağmen kâmil bir tevazu sahibi olabilmek, Ubeydullâh Ahrar Hazretleri'nin kıssasındaki kadar ideal bir noktaya varır.







Hizmette ulaşılması güç mertebelerden biri de Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri'nin şu kıssasında müşahede edilmektedir: Yaşlı ve muzdarip bir hasta, Mâruf-i Kerhî Hazretleri'ne misafir olmuştu. Adamcağız bîçareydi; saçı dökülmüş, yüzünün rengi uçmuştu; canı, vücudunu bir çengel gibi pârelemekteydi. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bir yatak serdi ve hastanın istirahatini temin etti. Hasta, ıstırabının şiddetiyle inim inim inliyor, feryâd ü figân ediyordu. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gibi feryatlarıyla hane halkından da hiç kimseyi uyutmadı. Üstelik gittikçe huysuzlaştı ve ev halkına sitemler yağdırıp onları rahatsız etmeye başladı. Nihayet onun bu sert tabiatı ve kötü davranışına tahammül edemeyen evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçtılar. Evde, hasta ile Mâruf-i Kerhî'den başka kimse kalmadı. Mâruf-i Kerhî, geceleri de uyumuyor; bu huysuz hastanın ihtiyaçlarını görmek, ona hizmet edebilmek için çırpınıp duruyordu. Ancak bir gün uykusuzluğu had safhaya ulaşınca gayr-i ihtiyari uykuya daldı. Onun uyuduğunu gören gafil hasta da, kendisine şefkat ve merhametle kucak açan bu sâlih zata teşekkür edeceği yerde sitem ediyor ve kendi kendine:"- Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zahirde adları-sanları var; hakikatte ise riyacıdırlar. Her işleri hevâdır. Bunların dışları temiz ama içleri kirlidir. Başkalarına takvayı emrederler, kendileri yapmazlar. Bu yüzden şu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Kendi karnını doyurup uykuya dalmış kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan biçare hastanın hâlinden ne bilir!" diye söyleniyordu. Mâruf-i Kerhî ise, işittiği bu acı sözlere karşı da sabır ve kerem gösterdi. Duymazdan geldi. Lâkin sabrı taşan hanımı daha fazla dayanamadı ve Mâruf-i Kerhî'ye sessizce şunları söyledi: "- Şu huysuzun neler söylediğini duydunuz. Artık onu bu evde barındıramayız. Bize daha fazla ağırlık vermesine ve size cefa etmesine müsaade etmeyelim. Söyleyin buradan gitsin de başka yerde başının çaresine baksın. İyilik, kıymet bilene yapılır. Nankörlere iyilik yapmak, kötülüktür. Onları daha da azdırır. Alçak kimsenin başı altına yastık koyulmaz. Böyle zalim kimselerin başları taş üstünde gerektir." Hanımının bu sözlerini sükûnetle dinleyen Mâruf-i Kerhî, mütebessim bir şekilde şöyle buyurdu: "- Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yapmış ise bana yapmıştır. Onun nahoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsunuz ki, o daimi bir ızdırap içindedir. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor! Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefasına katlanabilmektir..."







Bu kıssayı nakleden Şeyh Sadi de, şu nasihatlerde bulunur: "Hizmetteki fazilet, kendini güçlü-kuvvetli ve sıhhatte gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere zayıfların yükünü çekmektir." "Muhabbetle dolan kalp, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir suretten ibaret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sahibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedakârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. Görmez misin ki, Kerh'de birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhi’nin türbesinden daha maruf ve ziyaretçisi bol olanı yoktur." Ehlullâh ne güzel söylemiş: "Tasavvuf, yâr olup bar olmamaktır." Yani herkesin yükünü çekmek ve buna rağmen kimseye yük olmamaktır.







Bilhassa merhamet ve fedâkârâne hizmetlerle ümmete rahmet kapıları aralanır. Bir hizmetin değeri, onun ifası için katlanılan fedakârlığın büyüklüğüne ve bir ibadet vecdiyle icra edilmesine bağlıdır. Yine makbul bir hizmet, sırf Allah rızası gayesiyle ve hizmete muhatap olanı incitip küçültmeyecek bir üslup ile ifa edilmelidir. Abdullâh bin Münâzil -kuddise sirruh-'un da ifade ettiği gibi: "Hizmette edep, hizmetten daha azizdir." Bu gerçeğe istinaden Hazret-i Mevlana buyurur: "Allah aşkı için çalış, Allah aşkı için hizmette bulun; halkın kabul etmesi veya reddetmesi ile senin ne işin var? Bu fani dünya pazarında sana bol bol kazandıracak bir müşteri olarak Allah kâfi değil mi? Allah’tan alacağın karşısında insanların verebilecekleri ne ki! O hâlde gözünü ve gönlünü insanlardan gelecek teşekkürlere değil, Allah’tan gelecek mazhariyete döndür!"







İşte tasavvuf yolunun gönülleri ulaştırmak istediği güzellik ve yücelik budur. Bu meyanda Emir Külâl Hazretleri, talebesi Bahâeddin Nakşibend -kuddise sirruh-'a, derunundaki nefsanî temayüllerin bertaraftı için şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçokları tam bir kalp huzuru, tevazu ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!"







Nitekim Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-, intisabının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan "hiçlik" hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hatta insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene, kâbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. Kendisi şöyle anlatır: "Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri ifa ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yoldan geçerken, Allah’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetin mukabilinde öyle bir hâl tecelli etti ki, onların inilti suretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk'a iltica etmelerini hisseder hâle geldim."







Yukarıdaki bu misal, Hâlık'tan ötürü mahlûkata, Hâlık'ın muhabbetiyle nazar ederek, fedâkârâne hizmetin müşahhas bir tezahürüdür. Cenâb-ı Hak, sâlih müminler hakkında ayet-i kerimede: "…Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar." (Âl-i İmrân, 114) buyurmaktadır. Salih müminlerin, bu hayır yarışındaki en güzîde hizmet ürünleri de vakıf müesseseleridir. Vakıf insanlar, insanlığın en zirvesinde bulunan peygamberler, veliler ve onların terbiyesinde kemale eren müminlerdir. Onlar, gönüllerindeki iman heyecanını dünyanın dört bir tarafına taşımışlar ve tarihin en güzîde altın sayfalarını yine onlar doldurmuşlardır.







Elbette ki hizmetler muhteliftir. Allah rızası için yapılan gayretlerin tamamı, hizmet dairesi içine girer. Mühim olan; gerek maddî ve gerekse manevi olarak gönüllerin, liyakat, istidat ve iktidarları ölçüsünde bir hizmeti gerçekleştirmesidir. Zira Allah Teâlâ, herkese bir hizmet takdir etmiş, onu yaratılışına göre bir işe lâyık kılmış ve bunun için maddî-manevi gerekli imkânları da bahşetmiştir.







Çok ibretlidir ki Veda Haccı'nda takriben yüz yirmi bin sahabe mevcuttu. Bunlardan yüz binin üzerindeki sahabe, dünyanın muhtelif bölgelerine yayılarak kendilerini ilâhî rıza istikametinde hizmete vakfetmişler ve oralarda vefat etmişlerdir. Nitekim Hazret-i Osman ve Abbas -radıyallâhu anhümâ-'nın oğullarının türbeleri Semerkant'ta, pek çok sahabenin kabri de İstanbul'da bulunmaktadır. Mekke ve Medine'de kalanların büyük bir kısmı da merkezi korumuşlar ve oradaki hizmetleri deruhte etmişlerdir.







Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin seksen küsûr yaşında ve o ihtiyar hâline rağmen iki sefer İstanbul'un surları önüne kadar gelmesi ve orada ruhunu teslim etmesi, insanları hidayete çağırarak, onları dünya ve âhiret saadetine kavuşturabilmenin cihanşümul gayretlerinden biridir. Hizmet aşkı ve âhireti kurtarabilme mücadelesi, onları dünyanın dört bir tarafına sevk etmiştir.







Hizmet ruhunun muazzam misallerinden biri de Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-'tır. Bu mübarek sahâbînin türbesi Çin'dedir.1 Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu, Çin'de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmiştir. Hâlbuki o zamanın şartlarıyla Çin, bir yıllık mesafededir. Bu sahâbî oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullâh hasretini bir nebze dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düşmüştür. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medine’ye vasıl olmuş, fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefat etmiş olduğu için O'nu görememiştir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kendisine emrettiği hizmetin kudsiyyetinin idraki içinde tekrar Çin'e avdet etmiş ve bu hizmetteyken ruhunu teslim etmiştir.







-----------------------------------------------------







1.Çin'in Guangzhou şehrinde de Sa'd bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-'a nispet edilen bir makam mevcuttur. Sahabe-i kiram ve ehlullâh kabirlerinin çoğu zaman bulundukları bölge halkının dini duygularının zinde tutulması ve korunmasında etkili olduğu bilinen tarihi bir gerçektir. Nitekim Orta Asya'da Semerkant, Buhara, Türkistan ve Taşkent gibi bölgelerde bunun örnekleri mevcuttur.







Bunlar, ancak iman vecdiyle takat getirilebilecek muhteşem ve fedâkârâne hizmet tablolarıdır. Onların hizmet aşk ve ruhu, bizler için ebedî kurtuluş yollarını aydınlatan parlak birer yıldız hükmündedir.







Hiç şüphesiz ki, sahabe-i kiram bu mertebeye Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in müstesna terbiyeleri ışığında hizmet mevzuunda bilhassa şu dokuz hususa titizlikle riayet ederek nail olmuşlardır:







1. Allah’a hizmet; emir ve nehiylerini severek eda etmek.

2. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e hizmet; ona gönülden muhabbet duyarak, sünnet-i seniyyesi üzere yaşamak.

3. İslâm büyüklerine hizmet; sevgi, vefa ve sadakat göstermek.

4. Anne babaya hizmet; öf dahi demeden rızalarını kazanmak.

5. Evlâda hizmet; sâlih bir mümin olarak yetişmelerini temin etmek.

6. Akrabaya hizmet; sıla-i rahimde ve kendilerine ihsanda bulunmak.

7. Müminlere hizmet; acılarını ve sevinçlerini paylaşmak.

8. Bütün insanlara hizmet; eliyle diliyle faydalı olmaya çalışmak.

9. Mahlûkata hizmet; bütün varlıkları şefkat kanadı altına almak.







Bütün bu hizmetleri ifa hususunda, Ali Râmitenî Hazretleri'nin şu ifadeleri pek ibretlidir: "Minnetle (başa kakmak suretiyle) hizmet eden çoktur. Ancak hizmeti nimet bilenler ise pek azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı nimet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur ve şikâyetçiniz azalır..."







Farkında olsak da olmasak da aslında hepimizin aradığı, ruhumuzun selâmeti, yani huzur ve sükûna kavuşmasıdır. Bu da Hakk'a ibadet vecdiyle ifa edilen hizmetlerle elde edilebilecek deruni bir hazinedir. Bu sebeple hizmet ruh ve şuuruna sahip bir mümin, her hâlükârda hizmet vasıta ve fırsatları bulmasını bilir. Allah rızası için yaptığı fedakârlıklarda, dünyevî menfaatler peşinde koşanların gösterdiği gayret ve hırstan daha fazla gayretli olur.







Aşk ikliminden beslenen hizmet arzusu, kalpte mekân bulduğunda, kulu sonsuzluğun seyyahı eyler. Kalp, Haccâc-ı Zalim’in katılığından çıkar, Yunus’un şefkat postuna bürünür. Bu ruh ile sahip olunan ilim, sanat ve ahlâk, mest edici bir ebedîliğe kavuşur. Bu itibarla samimi ve gerçek hizmetler, kalbî olgunluğun bir şaheseridir. Böyle kalpler, "nazargah-ı ilâhî"dir. Hâl böyleyken ömrü, kalbî meziyetlerden uzak bir surette geçirmek ne büyük bir hüsrandır. Ne mutlu, gönlünü gerçek manada hizmet aşkıyla doldurabilenlere…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder