Site Arama

20120113

Sıfat-ı İlahiyye ve Tecellileri...

Cenâb-ı Hakk'ın zatı birdir; sıfatları ise saymakla bitmez. Yani O'nun sıfatları belli bir miktarda değil, sonsuzdur. Tamamını yalnız kendi bilir. Bunlardan bir kısmı ise, sadece peygamberlere, bir kısmı da -doksan dokuz esma gibi- diğer insanlara bildirilmiştir. Âlimler de, doksan dokuza dâhil olmayan birçok sıfat-ı ilâhiyyeye vâkıftırlar.

Bilinen ve bilinmeyen bütün ilâhî sıfatlar ise, öncelikle kâinatın yegâne yaratıcısının noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf bir müteâl, yani hayal ötesi mükemmel oluşunu ifade içindir. Bu bakımdan: “Zati” ve “Subûtî” olarak iki kategoride tasnif edilen ilâhî sıfatlardan herhangi birinin noksanlığı veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesi mümkün değildir. Şöyle ki: O'nun varlığının kemali; diri, devamlı ve mutlak hayat sahibi olması iledir. O'nun hayat sıfatı, zıddı ölüm olan bir hayat değil, bilakis yalnız O'na mahsus bir hayattır. Bu husus Kur'ân-ı Kerim’de şöyle tavsif edilir: "Şanında ölmek olmayan daima hayat sahibi..." (el-Furkân, 58)

O'nun ilmi, düşünce ve fikir mahsulü olmaktan münezzehtir. Şu kâinatta görülen hiçbir akıl ve iradenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas olan nizam ve ahenk, Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sadık delilidir. Öyle ki bu kâinatta insanoğlu, küçücük bir buluşa bile sayısız kişi ve asırlarca zamanın birbirine ilâvesinin yardımıyla nice ilim ve kaideler neticesinde ulaşabilmektedir. Meselâ bugün pek yaygınlaşan cep telefonlarıyla irtibat hususiyeti, insanın yaratılışından ne kadar sonra ve nice tecrübelerin üst üste birikmesi ile ancak gerçekleşebilmiştir. Diğer terakkiler de böyledir. Hâlbuki bu keşif, icat ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar, Cenâb-ı Hakk'ın, kâinatın nizamına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği hususiyetlerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın ilmiyle mahlûkatın ilmi arasındaki sonsuz farkı şu misal ne güzel ifade eder: Hızır -aleyhisselâm-'ın, Musa -aleyhisselâm-'a acayip, garaip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnasında bir serçe kuşu gelerek bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Musa -aleyhisselâm-'a göstererek şu teşbihte bulundu: "- Allah’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkatın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır." (Buhârî, Tefsîr, 18/4)

Bu hakikatler ışığında Hazret-i Mevlana, ilim, semi ve basar sıfatlarının beşere talim edilmesindeki hikmeti şöyle ifade eder: "Cenâb-ı Hak, korkasın da fesat çıkarmayasın ve bozgunculuğa kalkışmayasın diye kendisinin âlim, yani "her şeyi çok iyi bilen" olduğunu bildirdi." "Çirkin ve kötü sözlere dudaklarını kapatasın diye kendisinin semi', yani "her şeyi çok iyi işiten" olduğunu bildirdi." "Gizli saklı kötülüklere bulaşmaman için kendisinin basîr, yani "her şeyi çok iyi gören" olduğunu bildirdi."

Var olan bütün kelâmlar da Cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatının birer tecellisidir. Böylece Allah Teâlâ, kelâm sıfatındaki sonsuz kudreti tezahür ettirmekte, ayrıca kendi yüce ism-i şerifini sayısız lisan ile zikrettirmektedir. O, cansız zannedilenler de dâhil her mahlûka kelâm sıfatından onlara has bir lisan bahşetmiştir. Ayet-i kerimede buyurulur: "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız..." (el-İsrâ, 44)

Şüphesiz bütün tesbih edişler, isimlerle olduğundan Allah Teâlâ'yı tanımanın, insan için mümkün olan yegâne vasıtası, O'nun idrak sahamızda olan sıfat-ı ilâhiyye tecellileridir. Bu sıfatlar ise, manaları düşünüldüğünde "sıfat", vasıflandırdığı zata delâletleri göz önünde bulundurulduğunda "isim"dir. Yani Allah, bu sıfatlarla o derecede muttasıftır ki, bunlar O'nun için isim derecesindedir. Nitekim insanlar arasında da şahıslar, sıfatlarıyla yüksek seviyede bir vasıflanma içindeyse o sıfatlar neticede onlar için bir isim olarak kullanılırlar. Hazret-i Sıddîk, İmam-ı Azam, Meyyitzâde vs. gibi. Dolayısıyla sıfat-ı ilâhiyye tecellilerine "esma tecellileri" de denilir. Bu meyanda O'nun sıfatları, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından da: "En güzel isimler Allah’ındır..." (el-A'râf, 180) ayetiyle birer isim olarak ifade buyurulmuş ve yüce Mevlâ, kendisini ilâhî isimleri vasıtasıyla kullarının idrakine takdim etmiştir.


Zira kul, ulûhiyet ile irtibatını isimle sağlar. Bu gerçek, Allah’ı tenzih için, O'nun adının vazgeçilmez bir unsur olduğunu ortaya koyar. Bu bakımdan kulun, O'na karşı yaptığı iyi veya kötü fiiller, ulûhiyetinin hakikatine değil, ismine yönelir. Böylece hakikati daima münezzeh kalır. Gerçekten de insan, eğer Cenâb-ı Hakk'ın has ismi olmasa, O'na karşı münasebetlerini düzenlemekte zorluk çeker. Çünkü insan, varlığı isimde görüp isimle ifade etmeye alışkındır. İnsan için isim, varlığın tescilidir. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-'ı yarattığı zaman ona bütün isimleri öğretmiş ve Hazret-i Âdem'in meleklere olan üstünlüğünü bununla ifade buyurmuştur. Zira bir varlığın adını bilmek, bir anlamda onun zati varlığını da tanımak demektir. Nitekim bizler, Cenâb-ı Hakk'ı, onun yüce isimleriyle bilmesek, O'nun hakkında ne bilebiliriz ki?

Yani insan, Rabbinin hususiyetlerini belirten isimlere daima muhtaçtır. Her kul, yaşadığı çeşitli durumlarında, Rabbini, hâline uygun bir ismiyle çağırmak ister. Bu isimler olmasaydı, O’nun la olan irtibatı çok noksan kalırdı, belki de mümkün olmazdı. Denilebilir ki bu isimler, zat ve ulûhiyet karşısında kulun dilsizliğini bir dereceye kadar gideren ifadeler, yani beşer ruhunun çıkmazlarını açan anahtarlardır. Zira Allah’ın isimlerini sadece zikretmek bile imanı beslemekte, ilâhî huzuru hissettirmekte, O'na olan aşk ve muhabbeti artırmakta, O'na karşı huşu sahibi kılmakta, O'nun katında olanlara rağbet ettirmekte, dünyadan ve onun fani lezzet ve hazlarından vazgeçirip ebedî olana yönlendirmekte ve Hakk'a dönüş/vuslat arzusuyla tutuşturmaktadır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in, çeşitli durumlarda okunmasını tavsiye buyurduğu dua ve zikirlerin, Allah’ın isimleriyle dolu olması da, bu faydaları gösterir.

Çok güç şartlar içinde bulunan, ilâhî merhamete çok muhtaç olan bir mümin, Rabbinden yardım isterken bu hâlini ifade edip özetleyecek bir tabir arar: "Rahman ve Rahîm" isimlerine sarılır. Günahlarının ağırlığı altında ezilirken, gönül bağının koptuğunu hissederken Hakk'a yaklaşacak bir vesile arar: "Gaffar ve Settâr" isimlerine sığınır. Kâinatta veya kendi ruhunda tecelli eden ilâhî kudret ve azameti temaşa ederken, kitaplarda ifade edilemeyecek duygu ve marifetini dile getirecek bir beyan arar: "Allâhu Ekber" diyerek, dalgalanan ruhu sükûnet bulur. Hâsılı kul, kendisinin muhtelif hâllerinde, Cenâb-ı Hakk'ın muhtelif sıfatlarının aracılığı ile ruhunun kilitlenmiş kapılarını açar ve hissettiği nice ihtilâç ve ihtiyaçları giderir.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, kendisini, hakikate mutabık olarak, fakat insanların anlayabileceği tarzda tanıtmıştır. Yani O'nun, kendisini: Âlim, Hakîm, Kadir, Gafur vb. birtakım sıfatlar vasıtasıyla tanıtmasında ve insanın da O'nu böyle tanımasında, aslında insana ait şahsî bir sebep vardır. Zira insan, bu vasıfların bir kısmını -son derece sınırlı da olsa- kendisinde bulur. Bu da, beşer idrakinin iman ve hidayeti için lütfedilmiş bir ilâhî mevhibedir.

Bir bakıma Allah’ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, "beşerî anlayışa yönelen ilâhî tenezzülât"tan ibarettir. Tecelli, tecelli edeni izhar eder. Fakat bu izhar, O'nu zatında olduğu gibi değil, bizim idrakimize tenezzülât hâlinde gerçekleşir. Bu gerçeğin ışığında Hazret-i Mevlana şöyle buyurur: "Hakk'ın nuru ile bakan kişi, zerrede ebediyet, sonsuzluk güneşini görür, bir katrede bütün denizi seyreder." İbrahim Gülşenî Hazretleri de, bu inceliği idrak ile şu terennümde bulunur:


Nedir bu katrelerde bahr-ı umman olduğun cana?
Nedir bu zerrelerde şems-i tâbân olduğun cana?


"Ey can, şu damlaların içinde bir umman denizi oluşun nedir? Şu zerrelerin içinde parlak bir güneş oluşun nedir ey can?" Bu sualin cevabı da Hazret-i Mevlana’nın şu sözlerinde gizlidir: "Hikmetinden sual olunmayan Hakk'ın işini kim anlayabilir? O işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir." "Aslında din işi, hayran olmak, şaşırıp kalmaktan başka bir şey değildir. Fakat bu hayranlık, tamamen akıl eremediği için hakikat kıblesine sırt çevirmek değil, aksine dostun mest ve müstağrakı olarak hayrete düşmektir." "Zira uykuya varırsak, O'nun aşkıyla kendimizden geçmişiz, O'nun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak O'nun yazdığı destanda, nice sırlar yaşarız." "Eğer ağlarsak, O'nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz; gülersek, O'nun parlak şimşeği oluruz." "Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, O'nun kahrının aksi, celâlinin tecellisi olur. Barışır, özür dilersek, bu da O'nun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür." "Bu girift âlemde biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiçbir harfle birleşmeyen, hiçbir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhur eden her hareket, her hâl, O'nun esma ve ilâhî sıfatlarının tecellisidir."
alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder