Site Arama

20120113

Dem Bu Dem!



Ne var gülbank-i tevhide cevabım bir hu’dan gayri
Hayatına sebep yok (küllü şey’in) bir sudan gayri
Âşık Seyranî

İnsanın “Allah’ım, niye beni de peygamber olarak yaratmadın? O da insan, ben de insanım. O da kulun, ben de kulunum” türü sualleri ve hayıflanmaları boşunadır. Böyle hiçbir maksada erişilemeyeceğinden, bununla kafayı yormak boş bir uğraş, boş bir gayrettir.Şimdi desek ki: “Yarabbi! Resulullah’ı (sav) çok seviyorum. Neden, ama neden ben Fatıma (r.a) olmadım?” Neye yarar? Olur muyuz ki Fatıma?! Veya yine: “Ah! Ah! Niye asrı saadette doğmadım? Niye O’nu (sav) görmedim?” diye dizini dövmenin, gam çekmenin insana bir yararı yoktur. İnsan bu nefeste bulmak zorundadır aradığını... Dün geçmiştir ve yarın da meçhuldür!AN bu an! Gün bugün! Dem bu dem! Aynı biçimde “niye kiminin elinden mürşid tutuyor da kiminden tutmuyor? Biz kul değil miyiz?” demek “niye ben peygamber değilim?” demekle aynıdır. Niye Çin’de doğup budist olduysa “Chong” adlı bir çocuk, niye Afrika’da doğduysa ve animizmi görüp animist olduysa “Gobir”, aynı sebeple Suriye’de doğup müslüman oldu “Hüsamettin”... Ve yine aynı sebepten mürşidi de var onun... Ve aynı sebep hiçbir yerde bir mürşid buldurmadı “Nizamettin”e...Sebep, aynı sebep!Puta tapıcı niye taptıysa puta ve güneşe tapan niye taptıysa hidrojen topuna, ben de aynı sebepten tapıyorum taptığıma! Aynı sebepten buldum bulduğumu ve bulamadım aynı sebepten aradığımı, ama aradım durdum aynı sebeple... Niye küfür var ve hem de iman var?! Niye ben O değilim? Niye bana şu verilmedi? Niye ben seçilmedim? Bu soruların bir tek anlamı vardır: “Ben zıtları cem edemedim!” Zıtları cem eden için öteki - beriki kalmadığından “Niye?” diye bir soru da kalmaz, sanırım.....“Niye?” demeyip mutluluğun formülünü bulmak lazım. Amâk-ı Hayâl’de mutluluğun formülü şöyle ifade edilir:Mutluluk, hayatı olduğu gibi kabul etmektir. (Yaz yazdır, kış kıştır; elma elmadır, armut armuttur - Hakikât)Eskaline rıza göstermektir. (Kendini olduğun gibi kabul etmek ve imkân ölçüsünde gayret etmek - Tarikat)Islahına say etmektir (Hatalarını, yanlışlarını, yamuklarını düzeltmektir - Şeriat)Bu formülü veren kimdir?Sizce kim olabilir?!“Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: Kalem, Allah Teâla’nın ilmi hususunda kurumuştur.” Hadis-i Şerif

Meryem ırmak.

Modern Sorunlara Mevlânâ'dan Çözümler...

Hz. Mevlâna'nın 7 asır öncesinden bu günün insanına öneriler:

Hz. Mevlâna'nın 7 asır önce Konya'da yaşayan bu büyük alimin anlattıklarından etkileniyor. Her aralık ayında, Konya'da yapılan törenlere dünyanın dört bir tarafından binlerce insan geliyor.
Mesnevi, dünyanın en çok satan kitapları listesinde.

Peki modern zaman bireyleri asırlar önce yaşayan bu İslam aliminin anlattıklarında ne buluyor?

Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Dr. Nuri Şimşekler, bu soruya
"Dertlerine deva buluyorlar. Çünkü derdi olmayanın Hz. Mevlâna'yı anlaması zor." cevabını veriyor.

Hz. Mevlâna'nın anlattıkları, günümüz insanının büyük problemlerine pratik ve kolay çözümler, kolayca uygulanacak formüller sunuyor. Şimşekler, günümüz insanının en yaygın sıkıntılarına Hz. Mevlâna'nın sunduğu bu pratik formülleri, bizim için derledi.

Bu zamanların en yaygın derdi depresyon için Mevlâna, 7 asır öncesinden şu öğütte bulunuyor:
"Ey oğul, özgür ol, kopart zincirlerini, daha ne zamana kadar paranın pulun esiri olacaksın?"

Evlilik problemleri içinse anlayana büyük mesajlar içeren şu cümleleri kurmuş: "Her şeyin başı sevgidir." ve "Sevgiyle padişah, köle yapılır."

Sadece depresyon ve evlilik problemleri için değil, çocuk eğitimi, yaşlanma korkusu ve yalnızlık gibi günümüzün yaygın problemler için Hz. Mevlâna şunları söylemiş:

Gamdan başka birşeyden neşelenme!
Depresyon modern zaman bireylerinin en yaygın psikolojik sorunu. Can sıkıntısı da öyle. Hz. Mevlâna'ya göre yoksulluk ve hastalık gibi bu sıkıntılar da gerçek dertler değil. Onun için insanı eleme sevk eden en büyük sıkıntı Allah'tan ayrı kalmak. Mevlâna bedenden ayrı kalan bir uzvun işe yaramadığı gibi aslından, yani kendini yaratan Yüce Allah'tan uzak kalan kişilerin de 'eksik' ve 'işlevsiz' olacağını vurgular.

Dolayısıyla dünyalık dertleri için sıkıntıya giren insanlara "Kopart zincirlerini, esiri olma onların." önerisinde bulunuyor.

Mevlâna insanın sıkıntılarının ancak, 'dertlerin insanı yoğurup yetiştirdiğini' anlamakla göğüslenebileceğini belirtir ve şu beyiti söyler:
"Gamdan neşelen, ondan başka bir şeyden neşelenme!"

Mevlâna bu konuda, dibine gübre atılan gül fidanı bu kötü kokuya sabredip güzel bir kokuya kavuşuyorsa ve yine dikenine sabreden gül kadife gibi bir tene sahip olabiliyorsa, dert ve sıkıntıya sabreden kişilerin de çektikleri derdin tam tersi, hatta daha fazlası rahatlığa kavuşacaklarını anlatır.

Erkek cesur olsa da karısının esiridir

Modern psikolojinin yenilerde keşfettiği 'optimist' bakış açısını Mevlâna, insan ilişkilerinde özellikle de evliliklerde bir formül olarak sunuyor:
"Sevgiyle acılar, tatlılaşır; bakırlar altına dönüşür. Muhabbetle tortular, berraklaşır; dertler, şifa verir. Muhabbetle ölü, canlandırılır. Sevgiyle padişah, köle yapılır."

Unutmamalı ki hiçbir şey mükemmel değildir ve eksiklikleri vardır. İnsan gözüne eksiklik görme gözlüğü takarsa hiçbir zaman mutlu olmayacaktır. Evlilikte erkekle kadın arasındaki sevgi bağına dikkat çeken Mevlâna, böyle olmadığında da sorumluluğu erkeğe yüklüyor.

Büyük alim erkeğin kadına olan sevgisinin - meylinin bunun ilacı olduğunu belirtip şunları söyler: "İnsan, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza'dan bile cesur olsa yine de hükmetme hususunda karısının esiridir. Görünüşte su, ateşten üstündür... Fakat ikisinin arasına bir tencere (sevgi) girdi mi ateş o suyu kaynatır, buharlaştırır, yok eder. Görünüşte su nasıl ateşten üstünse sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlupsun, onu istemektesin. Kadınlar, akıllı erkeklere karşı galip gelirler; fakat cahil kişiler kadınları mağlup ederler. Bu tür cahiller, sert ve kaba olan insanlardır. Bunlarda acıma, lütfetme ve sevme duygusu azdır; çünkü yaratılışlarında hayvanlık duygusu üstündür. Sevgi ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık."

***

Çocuklar oyunla olgunlaşır
Mevlâna çocukların ilk öğretmeninin anne olduğunu söyler ve henüz bebek olduğu dönemlerde bile sözlerine dikkat etmesi gerektiğini vurgular. Çocukların üslubunu bu dönemde duyduklarının belirlediğini düşünür. Çocukların oyunlar vasıtasıyla olgunlaştığını söyler. Modern bilim bunu daha yeni 'oyunla eğitim' formasyonu olarak kavramlaştırdı.

Gençliğin kıymetini, yaşlılığın hikmetini bil
Mevlâna yaşlı kadınların kendilerini genç göstermek için yüzlerini boyamasını yadırgamış. Kendilerini komik duruma düşürdüklerini düşünmüş. Onlara hep 'geçmişi bırakıp kaza ve kadere teslimiyetle yaşadıkları dönemin kıymetini bilmelerini' öğütlemiş. Mevlâna yaşlanmaktan korkan veya gençliğine özlem duyanlara şu öneride bulunmuş: "Yarın yaparım deme; nice yarınlar geçti. Ekin zamanı tamamıyla geçmesin, uyanık ol!"

İyi dostlar edinmek için iyi bir dost ol
İnsanlık var oldu olalı belki de hiç bu kadar kolay iletişim kurmamıştı. Aklına gelen kişiyle nerede olursa olsun anında konuşabilme imkânına sahip. Ama modern zaman bireylerinin tüm bu imkânlara rağmen en yaygın problemlerinden biri 'yalnızlık'. Sanal âlemde yüzlerce arkadaşı bulunan, cep telefonunda onlarca numara kayıtlı olan yalnız insanlar yığını dolaşıyor sokaklarda. Akrabalık ilişkileri de eski zamanlara göre çok zayıf.

Hz. Mevlâna, bu dertten muzdarip günümüz insanına şu öğütlerde bulunuyor:

Sen dost ol da sayısız dost gör; fakat dost olmazsan dostsuz, yardımsız kala kalırsın.

Hep 'ben' diyen arkadaş bulamaz. Dostları arayıp onların halini hatırını sormayı, gerekli bil; ister yaya olsun, ister atlı.

Temizlerin muhabbetini ta canının içine dik!
Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme!

Yürü, tez bir Allah dostu ara. Böyle yaptın mı, Allah, senin dostun olur.

Bilgisiz adam bir müddet seninle gönül arkadaşlığında bulunsa bile, nihayet cahillikten sana bir yara vurur.

Tatlı sözlü cahil dostun sözlerine pek kapılma! O sözler, eskimiş, yıllanmış zehre benzer.

Akraba olanlar birbirlerine sevgilerini dile getirmek zorunda değildir; akrabalık zaten sevginin ta kendisidir.

Ev komşusu önemlidir, ama gönül komşusu daha önemlidir.
Eğer anlarsan komşunun iyi ya da kötü yaşam tarzı sana öğüttür.

Faydalı İlim (İlm-i Nafi) - 1...








Bilginin şahsileşip, selim bir idrakin derinliklerine kök salmasına, "irfan" denir. Arif ise, sahip olduğu bilgilerin derunundaki sır, hikmet ve ilâhî tecellilere vâkıf olmuş, yâni irfan sâhibi kimse demektir. Bu olgunluğa erişememiş ilim sâhipleri hakkında; "Âlimdir, fakat arif değildir." denilir. Böyle kimselerin bilgileri, kitaplardaki gibi sabit ve mahfuzdur. Bu durum, tıpkı ambardaki tohuma benzer. O tohum, ancak toprağa kavuştuğunda neşv-ü nemâ imkânı bularak inkişaf eder ve çoğalır. Aksi hâlde böyle bilgiler, fikir imal etmeye ve zihinden kalbe inerek duyguları derinleştirmeye muvaffak olamaz. Bundan dolayı, böyle bilgilere kitabi bilgi denir.







Yerinde ve doğru olarak kullanıldığı takdirde her ilmin bir fayda sağlayabileceği muhakkaktır. Ancak, insanın her iki cihan saadet ve selâmeti için bu ilimlerin sırf zahiren tahsil edilmesi kâfi gelmez. Bu noksanlığın telafisi için de İslâm, ilimlerin doğru ve hayırlı yerlerde kullanılmasını sağlamak ve şerre âlet olmasına mâni olmak gayesiyle "ilm-i nâfî" ile kalbî hayatı tezyîn eylemiştir.







Nitekim merhum Mahir İz Hoca Efendi de kalbî derinlikten mahrum bir ilmin noksan olduğunu ve bu noksanlığı bertaraf etmenin yegâne çaresinin de manevi irşâd görmek olduğunu ifadeyle şöyle der: "İlmin kîl ü kâlini dâimâ bir noktada toplamak mümkün olmadığından, hiçbir zaman ilmî tedkîkten geri kalmamakla berâber; asıl hakîkate vâkıf olmanın, ancak ehlinin irşâdı sâyesinde mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakaza dışı bir işaretle, irade merdivenimi, marifet semâsına miraç için feyz-i Sâmî'ye rabteyledim." (Yılların İzi, s. 396)







Hakikaten manevi terbiye neticesinde kazanılan kalbî olgunluk, insan idrakini zahirî ilmin üstünde bir ufka taşır ki buna "marifet" denir. Bu ise ancak bazı tasavvufî temrinler sâyesinde elde edilebilir. İnsan, bu görüş ufkuna ulaştığı zaman, ne kadar büyük bir âlim de olsa, acziyetini idrak ederek ilmine mağrur olma hastalığından kurtulur. Sonsuz ve girift hakikatler meşherine doğru açılan tefekkürü, hayret ve acz duygularıyla dolar. Akl-ı selîm ile düşününce de anlar ki, bilmek sâdece zâhiri seyretmek değil; bir sırrı çözmektir. Bilmek, hakikatte büyük nizamın muammasını çözmek ve ilâhî sırlara agâh olabilmektir.







Hazret-i Mevlana, insanın ebedî saadeti için lüzumlu olan mârifetullâh ilmini elde etmenin ehemmiyetini ve buna bigâne kalanların hazin akıbetini aşağıdaki hikâyede ne güzel sergilemektedir:







Bir nahiv (dilbilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnasında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif sualler sordu ve muhatabından "bilmem" cevabını alınca da ona karşı ilmiyle iftihar etmek üzere:







"- Yazık! Cehaletin sebebiyle ömrünün yarısını heba ve ziyan etmişsin." diyerek onunla istihza etti. Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de, olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telaşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve: "- Ey üstat, yüzme bilir misin?" diye sordu. Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette titrek bir sesle kekeleyerek: "- Hayır bilmem!" dedi. Bunun üzerine gemici, mahzun bir eda ile şu mukabelede bulundu: "- Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, öyleyse şimdi senin bütün ömrün mahvoldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryada nahivden ziyade yüzme ilminin daha faydalı ve zaruri olduğunu bilmiyor muydun?" Bu kıssadaki nahiv ilminden murâd, sadece dünyevî ve zahirî ilimlerdir. Asıl faydalı ilim ise, ihtiyaca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyacı, bedenle birlikte ruhun da ebedî saadetini temin etmektir. Bu da, Allah rızasını kazanmaya bağlıdır. Allah’ın rızası ise, kâmil imanla birlikte salih amellerle elde edilebilir.







Yine kıssadan anlaşılacağı üzere; bu fâni vücut gemisi ölüm girdabında çırpınırken, yâni dünyâya büyük veda ânı olan ecel yaklaşınca; asıl ihtiyaca cevap vermeyen, yaşanmayan, irfana dönüşmeyen, ruhsuz, kuru ve sırf nefsin rahatına hitap eden bilgiler fayda vermeyecektir.







Öyleyse ecel gelmeden önce bütün bilgileri Allah rızasını kazanmaya medâr olabilecek bir vasfa dönüştürmek icap eder. Çünkü vücut gemisi ölüm ile çatırdarken, sırf toprağa terk edilecek bedenin rahatına yarayan ilimlerden bir medet umulamaz. O anda "kalb-i selîm"e ihtiyaç vardır. Kalbin ise ecel gelmeden önce, nefis engelini bertaraf etme neticesinde bu vasfı kazanması gerekir. Bu merhaleye ulaşamayanlar, açıldıkları bu engin deryada helâk olmaktan kurtulamazlar. Fakat nefsini ölmüş sayılabilecek derecede gurur, kibir ve heveslerden kurtaranı, derya misali olan bu yeni âlem başı üzerinde taşır, onu helâk olmaktan kurtarır. Bu keyfiyeti izah için buyrulmuş olan:







"Ölmeden evvel ölünüz!" nasîhatine gönül vererek iç dünyamızdaki nefsanî temayülleri en az seviyeye düşürmeye gayret etmelidir. Nefsanî arzuları bertaraf etmek için, insanın zaman zaman kendini murakabe etmesi lâzım geldiği hususundaki: "İlâhî mahkemede hesaba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekiniz!" ikazını da hatırdan uzak tutmamalıdır.







Rivayete göre bir âlim şöyle anlatır: Yüzlerinde nur ve hayrın açıkça görüldüğü bir cemaat içinde İmam Gazâlî'yi gördüm. Üzerinde yamalı elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki: "- Ey İmam! Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nin baş müderrisliği bundan daha iyi değil miydi?" Bana derin derin baktı ve dedi ki: "- Saadet dolunayı irade semâsına doğunca, akıl güneşi vuslat yolunu gösterdiği için böyle yaptım." (Muhammed b. Abdullâh el-Hânî, Âdâb, s. 9)







Bu sebepledir ki insanı dünya ve ahirette saadet ve selâmete ulaştırmakta en müessir ilim, Allah’ı en güzel bir surette kalben tanıyabilmek ve bu bilginin doğurduğu aklî, vicdani ve kalbî bir mesuliyetle sâlih amelleri en mükemmel seviyede ifa etmektir. Zira bu duyuş, derinlik ve anlayış mevcut olmadığı takdirde, fayda hâsıl etmeye yarayan bütün ilimlerin maddî veya manevi pek çok zararlı neticeleri bertaraf edilemez. Onun içindir ki ilm-i nâfî, hadd-i zatında bir ufuk ve zihniyet meselesidir. O olmadan, ilimlerdeki istifade imkânları da kuvveden fiile çıkamaz. Aksine şerre âlet olurlar ki bu durumdan kurtulmanın yegâne çaresi, ilm-i nâfî dediğimiz kalbî olgunluk ve hasletlerin kazanılmasıdır.







Nitekim ilm-i nâfî olgunluğundan mahrum bir kimse, faraza hukuk tahsili gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir cellât; tıp tahsili yapmış bir kimse de şifa dağıtacağı yerde bir insan kasabı kesilebilir. İlmî kabiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir idareci ise emri altındakilere yalnız zehir saçar. Böyle kimseler, bir cahilin cehaletiyle yapamayacağı zararın daha beterini, ilim sayesinde kolaylıkla irtikâp edebilirler. Yunus Emre Hazretleri ne güzel söyler:













İlim okumaktan murâd,

Kişi Hakk'ı bilmektir,

Çün okudun bilmezsin,

Ha bir kuru emektir!







Bu itibarla her insan, dünya ve ahiret işlerinde muvaffak olup maddî-manevi terakki edebilmek için muhtelif ilimlerle meşgul olurken her şeyden evvel ilm-i nâfî aydınlığına ve gönül derinliğine muhtaçtır.







Gerçekten, insanı gurur ve kibire sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim, zahiren güzel ve faydalı şeylerden ibaret olsa bile hakikatte vebalden başka nedir ki? Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk'tan ilmi daima bu istikâmette talep etmiş ve: "Ya Rabbi! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydası olmayan ilimden Sana sığınırım!" (Müslim, Zikir, 73) diye niyaz eylemiştir.







Bu mana çerçevesinde tasavvuf ilminin de özü sayılabilecek olan ilm-i nâfî, kulu zühd, takva ve ihsan ile tezyin etme gayretidir. Böyle olanların ilmi, artık marifet olmuş demektir.







Hazret-i Mevlana şöyle der: "Sırf zahir âlimi olanlar, sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fâni dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstüne, yâni miraca çıkacak yolu göstermezler." "Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gâfiller bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan arifler, akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!"

Faydalı İlim (İlm-i Nafi) - 2..





İlm-i nâfîden, yani ilimdeki kalbî olgunluktan mahrum kimseler, neticede ne öğrenirlerse öğrensinler, en büyük hakîkat olan Hakk'a vuslattan mahrum kalırlar. İlim, ancak kulak ve zihinden kalbe inip kalben de hazmedildiği takdirde, sâhibi için güzel tecelliler hâsıl eder. Ancak böyle bir ilim, suretten sîrete, yâni güzel ahlâk, amel-i salih ve Allah korkusuna inkılap eder.

Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "(Rasûlüm) de ki: Rabbim, ilmimi artır!" (Tâhâ, 114) Bu artış, kulun takva ve haşyet duygularının seviye kazanmasıdır. Zira yine Kur’an-ı Kerîm'de buyrulduğu üzere: "... Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (gereğince) korkar..." (Fâtır, 28)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: "İçinizde Allah’tan en çok sakınanınız (en muttaki olanınız) ve O'nu en çok bileniniz benim." (Buhârî, Îmân, 13; Edeb, 72) buyurmuştur.

Demek ki ilim, gönle ulaşmamış ve sâhibini Allah sevgi ve korkusuna götürmemişse, sâhibine zahiren âlim dense bile, hakikatte âlim sayılmaz.

İmâm Gazâlî -kuddise sirruh-, sırf dünyevî ilimlerle meşgul olup, bunların "kîl ü kâl"iyle ömrünü tüketerek Rabbini unutan kimselere şöyle hitap eder: "- Ey oğul! Kelâm, mantık, belâgat, şiir, sarf, nahiv ve emsali ilimleri irfana geçirememişsen yazık sana! Allah -celle celâlühû-'nun, kendisine ibadet edesin diye vermiş olduğu ömrü zayi etmekten başka eline ne geçti."

Gerçekten de kulu Hak katında hüsrana uğratıp cennet ve cemâlullâha kavuşmaya faydası olmayacak bir ilim neye yarar? İnsanı sonunda İblîs, Bel'am bin Baura ve Kârun'a benzeten ve onların gurur, kibir, kendini beğenme, herkese tepeden bakma, nihâyet Hakk'a isyan etme gibi kötü sıfatlarıyla dolduran bir ilme, ilim denilebilir mi? Asla! Bu bakımdan İslâm büyükleri ilim hakkında: "İlim, idrak etmektir. İdrak gerçekleşmeden ilim tahakkuk etmez. Bu idrakin müntehası ise mârifetullâhtır. Bu yönüyle mârifetullâh bütün ilimlerin özüdür. İlimler bu ilme yakınlığı derecesinde değer kazanırlar..." demişlerdir.

Hazret-i Mevlana buyurur: "Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama İblis'ten ibret al da ona pek değer verme! Zira İblis'te de bilgi vardı. Ama o, Âdem'in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakikatini göremedi." "Nice ilim, akıl ve anlayış vardır ki, hakikat yolcusuna gulyabani kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserisi, filozofların şerlerinden korunabilmiş, saf ve ehl-i kalb kimselerdir. Ey gâfil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın."

Hiçbir insan, sırf aklıyla hakikate ulaşamaz. Zira kâinat, akılla tahlil edildiğinde sayısız muamma ile karşılaşılır. Akıl, dünya işlerini görmekte faydalıdır ama ilâhî vahiyden feyizlenmediği takdirde hakikat yolunda kifayetsizdir. Hakikate ulaşmak, akla ilâveten bir iman ve aşk işidir. Vahiyle terbiye edilmiş selim bir muhakeme, hakikat arayışında kulu bir noktaya ulaştırabilir. Onun ötesindeki sır ve hikmetlerin idrakinde ise ancak gönül kanatları ile mesafe alınabilir.

Hakikatler ve sırlar âlemine açılmada aklın rolü, dar bir kapı gibidir. Buna rağmen onsuz, irfana ulaşmak mümkün olmadığı gibi, hiçbir akılsız da "arif" olamaz. Lâkin sırf akıl da sâhibini "irfana nail kılamaz. Aklın sathında kalarak dini kâmil manasıyla idrak etmek, mümkün değildir. Zira akıl, bir basamaktır. Oradan aşka sıçrayabilmek gerekir. Hazret-i Mevlânâ, bu merhaleleri kat edebilmek için: "Mustafa’nın önünde aklı kurban et." buyurmuştur. Hakk'a giden yolda, aklın nihâyetinden sonra gönül vecdine ihtiyaç vardır.

Cümle ehlullâh, bu varlık denizinden aşk ile geçtiklerini ifade ederler. Nitekim onlarda, hakikate vuslatın vecdinden fışkıran aşk nağmelerini bol bol duyarız. Onların nazarında bu viran dünyanın kıymeti yok olmuştur. İstiğrak hâlindeki aşkın neşvesi onları sarmıştır. Bu sebeple daima asıl gayeye yönelirler. Allah’ın veli kulları; birer ahlâk abidesi olan peygamberlerin nefisleri terbiye etme vazifelerini, insanlık içinde önce nefislerinde bizzat yaşamak ve ardındakilere misal teşkil etmek suretiyle tamamlayan, ruh dünyasının zirve şahsiyetleridir.

Kalp gözü açılan mümin, her yerde Rabbin ilâhî tecellilerini müşahede eder. Bu hâl, bir keramet değil, irfan ve marifete dönüşmüş bir ilimdir. Gönüldeki hakiki aşkın mahsulüdür. Hak dostları ilâhî aşkın verdiği bu görüş dirayetiyle âlemi ilâhî kudret tecellileri içinde müşahede ederler. İnsanı, eşyayı ve kâinatı, kendi sır ve hakikati ile görürler.

Hakikaten bilgi, kalbe saplanan gurur vesilesi bir diken olursa, onun gayesi olan gülden ne râyiha duyulabilir? Rüzgârların, ırmakların, dağların dilinden anlamayan; güllerden, ağaçlardan, çiçeklerden, kurtlardan, kuşlardan ibret almayanlar için hayatın ne tadı olabilir? Onların telkin ettiği ilâhî sanatı hissedememek, kalbin olgunlaşmamış bulunduğuna alâmettir.

Sâdî-i Şîrâzî gönülleri hikmete yönlendirip, ilm-i nâfîye şöyle davet eder: "Ayık kişiler nazarında ağaçların yeşil yaprakları bile bir divandır. Her zerre, Cenâb-ı Hakk'ın ilâhî sanatını ifşâ etmiyor mu?"

Kâinat, ilâhî neşvenin membaından taşan tecelliler sergisidir. İnsan denilen meçhul muamma, ilâhî neşvenin kâmil bir tecellisidir. İnsanoğlunu dünyada kemâle erdiren, ulvî neşveler taşıyan bir yürek sâhibi olmasıdır. Hallâc, taşlanırken dahi kâmil bir kalp aradı. Gül atana esef etti. Öylece gitti.

Zira kâinatta her zerre, her an bize ilâhî neşveden taze bir haber ve selâm veriyor. Kundaktaki yavrunun gülüşünden, bir kelebeğin kanat çırpışına, bülbüllerin feryadından, baharın renk ve râyiha cümbüşüne kadar her şey ilâhî neşvenin bin bir tecellisi değil de nedir? İşte ilm-i nâfînin en ihtişamlı tezahürü, kâinat kitabını gönül gözüyle okumaktır. Âlemin hikmet, ibret ve ilâhî tecellilerden ibaret olduğunun idrakine varmaktır. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimelerde: "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık." (ed-Duhân,38) "Sizi abes yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115) buyurmaktadır.

Buna göre her ilim, insanı yaratılış gayesi mucibince ibret ve hikmete götürmeli, kâinattaki ilâhî ihtişamı temâşa edip mutlak sanatkâra ulaştırmalıdır. Cenâb-ı Hak, tabiatı, ruha ferah râyihalar sunan rengârenk çiçeklerle tezyin etmiştir. En abûs bir surat bile, bunları seyrederken ruhuna bir inikâs olur, yüzünde tebessümler belirir. İşte nebâtâtı mevzu edinen bir botanik ilminde bile, naif ilim olgunluğuna ermiş bir müminin kalbi, bütün beşeriyetin yüzünde tebessüm uyandıran bir çiçek bahçesi hâline gelir.

İlâhî sanatın teşhir edildiği diğer bir sırlar hazinesi de insan vücududur. Bu hazineyi keşfederek ilmini nâfî hâle getiren bir doktor, ilâhî kudret karşısında duyacağı hayranlıkla, hastasına yaratıcısından ötürü tevazu, şefkat ve hürmetle nazar edebilme faziletine erer.

Diğer taraftan bu ufka ulaşamayan bir insan, ilim ve dünyevî mevkilerde zirve noktada bile olsa, yine de noksandır. Zira bir ilmin kıymeti, dünya ve ahirette faydası olacak kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, ilm-i nâfînin yolu bazı manevi hasletlerin gönülde yer etmesinden geçmektedir. Yâni nefsin, riya, kibir, tamah, fahır, hubb-i riyaset vs. gibi bütün kötü sıfatlardan temizlenmesi; bunun neticesinde de gönlün, takva, huşû, merhamet, sabır, şükür, tevazu, kanaat, zühd, verâ, Hakk'a tevekkül gibi ahlâk-ı Muhammediyye ile muttasıf olması zaruridir.

İlm-i nâfînin yeşerdiği iklim ve çerçeveyi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kısaca şöyle beyan buyurur: "Ey din kardeşlerim! Hepimizin üzerine en önce gereken şey, itikadımızı Kitap ve sünnete göre düzeltmektir. Bidat ve dalâlet ehli, kendi bâtıl hüküm ve itikatlarını Kitap ve sünnete uygun zannederler. Hâlbuki onların itikatları hak ve hakikatten fersah fersah uzaktır."

Bundan sonra da dinin hükümlerini, helâl ve haramı, farz, vacip ve sünnetleri bilmek ve bunları amel-i sâlihler suretinde tatbik etmek lâzımdır. Ancak bütün bunların kâmil manada gerçekleşmesi için de her zaman kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etmek zaruridir. Zira itikat düzgün olmadığı takdirde dinî hükümleri bilmenin; dinî hükümler bilinmediği takdirde amel işlemenin; amel işlenmediği takdirde kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyenin; tasfiye ve tezkiye gerçekleşmediği takdirde de itikat, amel ve ilmin hiçbir faydası olmaz...

İşte ancak bu temel esasların oluşturduğu bir zeminde yeşerecek olan ilim ve davranışlar, ilm-i nâfî dairesine girerek marifet mahiyetini kazanmış olur.

Ey Rabbimiz! Bizleri daima ilm-i nâfî ile rızıklandırmanı niyaz eyler, faydası olmayan her türlü ilimden sana sığınırız! Bizleri ilmiyle amel edenlerden kıl! İlmini irfan haline getirip mârifetullâh semalarına yükselen ve böylece miracına vasıl olan bahtiyarlardan eyle!

Amin!

Tasavvufta Kadın




Dini kitaplarda kadın nefs ile sembolize edilmiştir, erkek de akılla sembolize edilmiştir. Nefs insan vücudunda enaniyeti, yani kendi varlığını temsil eden tek kısımdır. Dolayısıyla o tekâmül ettiği zaman Hz. Meryem seviyesine kadar yükselebilir ki bu safiye makamıdır. Dolayısıyla kadın eğer Allah'ın verdiği bu gücü kullanmazsa yani nefsini tekâmül ettirmezse nefsine zulmetmiş olur ve kadınlıktan analık makamına yükselemez. Analık makamına yükselmediği zaman (ama burada analıktan kastettiğim şeklen anne olmak değil manen çocuk sahibi olmak, tekâmül etmek yükselmek, yücelmektir) kadınlığı hiçbir işe yaramaz. Bilakis dişilik Allah tarafından daima reddedilmiş, Peygamber tarafından da aşa-ğılanmıştır. Bunun kadın oluşuyla alakası yoktur; mesela dişi erkekler de vardır.. Nefsi hakim olan her insan dişi makâmındadır. Analık da manevî olarak tohum ekilen yerden o tohumun tomurcuk vermesidir. İbn-i Arabî' ye göre, mânevîyat ekilen yerde bir mâna zuhur ediyorsa, o mânayı zuhur ettiren her varlık kadındır. Dolayısıyla bundan anlaşılıyor ki kadınlık makamı çok yüce bir makamdır. İnsan-ı Kâmiller, bu tohum verişi, doğurması hasebi ile kadını yere göğe koyamamışlardır. Tabiî ki Kuran'a dayanarak. Ve Hz. Mevlana'nın dediği gibi "kadın adeta yaratıcıdır yaratılan değil, hâliktir mahluk değil" diye değerlendirmişlerdir. Kadınına iyi muamele eden ona aşık olan, hatta ona mağlup olan erkek de kâmil erkek, yani kâmil akıldır.


Dişi, nefs-i emmâre halinde iken koruk üzüm, mutmain (Allah'ından emin) olunca üzüm, Raziye ve Merdiyede aşk şarabı, Sâfiyede (Meryem gibi olduğunda) sirke gibi temizleyici olur. Nefsânî makamlardan mutmain mertebesi; egonun bittiği, benliğin bittiği, insanın yaratanın ve yaratılanın Allah'ın tecellisi olduğunu, yaratanın Allah olduğunu idrak ettiği devredir. O zaman kendi hiçliğini de idrak eder, dolayısıyla emin makamına yükselir. Dünyada hiçbir korkusu olmaz, ne geçmiş ne gelecek korkusu. Çünkü Allah'ından emindir, her şeyin ondan geleceğinden emindir. Sevgilinin de onu üzmeyeceğinden emindir. O bakımdan bu makamda olan insana "Er" denir; ister erkek olsun ister kadın olsun. Rabiyat'ul Adeviye 'nin "Aslan üzerine gelirken dişi mi erkek mi olduğuna bakılmaz" demesinin mânâsı da bu seviyeye gelmiş olan insanın cinsiyeti olmaz demektir.


Peygamber Efendimizin hakîkati ,Hakîkat-i Muhammedi'dir. Hakîkat-i Muhammedî , Nûr-u Muhammedi'dir. Dolayısıyla ilk yaratılmış olan nur, ilk yaratılmış olan hakîkat, ilk yaratılmış olan Küllî Akıl, hepsi aynı mânâyı ifade eder. Öyleyse Peygamberin hakîkati, daha hiç kimse yokken, hattâ Âdem bile dünyada yokken vardı. Çünkü bu hakîkat Allah'ın varlığı içinde, ahâdiyeti içinde vardı. Dolayısıyla da o hakîkat daima vardı. İşte bu hakîkatten hangimize bir zerre gelirse o zerre bizi var haline geçirir. Yokluktan, ölülükten var haline geçirir. Sur'un üflenmesi gibi. Hz. Fatma, Peygamber Efendimizin Nur-u Muhammedî'sini içinde taşıyan, bunu aşîkar eden, gösteren bir sultandır. Peygamber bu hakîkati gördüğü için onun önünde ayağa kalkar. Yani ona selam vermesi, kızının gelmesi ya da bir kadının gelmesi değildir. Peygamberin selam verme sebebi kendi taşıdığı bu hakîkati, aynadaki aksi gibi Hz. Fatma'da görmesinden dolayıdır. Hz. Fatma'nın çok kısa olan ömrü ve çok edepli oluşu kendinin bu mânâyı hem taşıdığının hem de setrettiğinin göstergesidir. O bu mânâyı, vefat ederek kendi hakîkati olan, ruhu olan, kendisinin içi olan, kendi mânâsını taşıyan ve taşıyacak olan kocasına devretmiştir. Dolayısıyla aynı nur Hz. Ali'nin mânâsında parlayarak bütün İslam âlemine Rabbiyet tecellîsinde, mürebbilik vazifesinde zuhur etmiştir.


İlk yaradılan erkektir. İlk yaradılan erkekte Allah'ın ismi, sıfatları olması hasebiyle Allanın sembolü Allah'ın mânâsını taşıyan bir aynadır. Fakat erkek kendindeki bu muazzam güzelliği, hakîkati görmez. Bu hakîkati görebilmek için mutlaka bir aynaya bakmak zorundadır. O halde ona ayna olacak, yani onun diğer yarısı olacak, ona Allah'a ait olan hakîkati öğretecek bir varlığa ihtiyaç duyar. İşte bu varlık onun bütünleştiği, eş olduğu karısı ya da kadınıdır. Bu kadında kendine ait hakikatleri görür ve o zaman Allah'ı tanır. Yani bir erkeğin Allah'ı tanıması için mutlaka bir kadına aşık olması ve ondaki Allah tecellisini görmeğe ihtiyacı vardır.Yani aklın nefse, nefsin akla ihtiyacı vardır.Yüce Allah Kur'an'da "Siz kadınlarınız için bir elbisesiniz, kadınlarınız da sizin için elbisedir" diye bildirir. Ayrıca "Kadın insanı Allah'a yaklaştırır ve erdirir" yorumuyla İbn-i Arabi Peygamberin bakışına açıklık getirir.


Peygamber Efendimiz de Hz. Hatice'deki aşk tecellisinde kendi aşkının şiddetini gördü. Peygamber kendisinin Allah'a olan aşkını, kendisi olduğu için bilemez. Ama karısının kendisine olan aşkına baktığı zaman aşkın ne kadar yüce ve şiddetli olduğunu ve kendinden karısına aksettiğini ve karısının da kendisinden akseden aşkla kendisini sevdiğini gördü. Dolayısıyla " Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi. Kadın, koku, gözümün nuru namaz" derken bu mânâda 'kadın olmasaydı erkek bu hakîkati tam idrak edemezdi' bilgisini bize öğretmek için kadını en başa yazmıştır. Koku da hakîkat demektir. Gözümün nuru namaz da; eğer kadında kendi hakikatini görür, onun iç mânâsını, yani hakikatini öğrenirsen namazda mîrâca gidebilirsin ve gözün nurlanır demektir. Bununla ilgili meşhur Delhili Nizamettin Hz.'leri der ki " Burada kastedilen Hz. Ayşe' dir. Kadınlık makamıdır demiştir. Koku için bir şey dememiştir ama âcizane benim fikrim, o Hz. Hatice' dir. Ve gözümün nuru namaz da Hz. Fatma'dır" demiştir.


Cemalnur Sargut

Tasavvufi Terbiye (Seyr-u Süluk)




İnsanlar istidat ve iktidarları itibariyle muhtelif seviyelerde yaratılmışlardır. Tasavvuftaki eğitim, sâlikin kalbî istidat ve iktidarı ile mizacına göredir. Mizaç ise büsbütün değiştirilemeyeceğinden, ilâhî emirlerle terbiye edilip yönlendirilebildiği ölçüde arzu edilen olgunluk hâsıl olur. Şeriatın, umuma mahsus ve herkes için aynı olan kaideler koymasına mukabil, tasavvufta sâlike, tıpkı numaralı gözlükler gibi fertten ferde değişen terbiyevî metotların kullanılması yolu terviç edilmiştir. Bu ikisi arasında bir tezat ve aykırılık olduğu zannı yanlıştır. Zira tasavvuf-şeriat münasebeti, meşhur misali ile bir pergele benzetile gelmiştir. Pergelin sabit ayağı şeriat, müteharrik ayağı tasavvuftur. Bu iki ayak arasındaki açıklık ise, muhatabın mizaç ve istidadına göre azaltılıp çoğaltılabilir.


Diğer taraftan tasavvufun bu hassas ölçüleri, Allah’ın emir ve nehiylerine riayeti ikmal etmiş insanlar için mevzubahistir. Bu sebeple gerçek mutasavvıflar, zahirî âlemlerini düzeltmiş ve iç âlemlerini terbiyeye yönelmiş kimselerdir. Zahirdeki kemâlâtı, bir de bâtınî inkişâf ile taçlandırmanın gayreti içindedirler. Zira zahirin ıslah ve ikmali mühimse de asıl olan iç âlem, yani kalptir. Çünkü fiillere vücut veren irade ise de, iradeyi yönlendirenin de ekseriya hisler olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. Hislerin mahalli ise kalptir.


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin manevi terbiyede takip ettiği hassas düsturlardan biri, muhatabını itâb etmemek, hatta kusuru kendisine hamlederek ikazda bulunmaktır. Pek çok vesileyle "Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum." şeklinde vaki olan kavilleri, bunun tezahürünün tipik bir misalidir. Bu kalbî rikkat ve hassasiyet ölçülerine tâbî olan gönül ehli de, muahezeyi nefsine, müsamahayı ise başkalarına tevcih etmeyi şiâr edinmişlerdir. Onlar, zahirden ziyade kalp temizliği ve dolayısıyla kalp terbiyesiyle meşgul oldukları için, günahkâra dahi merhamet ve müsamaha ile yaklaşırlar. Zira onlar, günahkârı değil, günahı bertaraf etmenin derdindedirler. Bu sebeple, insanın menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyiz ve bereketiyle kalplerini yumuşatarak ıslaha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedametin tatlı meltemlerinin vücut bulmasına zemin hazırlarlar.


Yusuf -aleyhisselâm-'ın Mısır azizi olduktan sonra, vaktiyle kendisini öldürmeye kastedip kuyuya atan kardeşlerinin yardım taleplerini reddetmemesi ve kendisini gizleyerek onlara îzâz, ikram ve ihsanlarda bulunması da kalbî terbiyede kâbına varılamaz bir inceliktir. Hâlbuki o an, elindeki güç ve saltanat ile kardeşlerinden pekâlâ intikam alabilirdi. Fakat o, kusurları başa kakmak suretiyle gönül yıkmanın değil, kötülüğe bile iyilikle mukabele edebilmenin, ayıp ve hataları setretmenin, şahsına yapılanları Hakk'ın rızası uğruna unutuvermenin eşsiz faziletine nail olmuş bir hidayet rehberiydi. Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın kardeşlerine olan bu hüsn-i mukabelesini şöyle beyan eder: "(Yusuf) dedi ki: Bugün sizi kınamak yok. Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir." (Yûsuf, 92)


Bu asil ve âlicenap tavırlar karşısında kardeşleri de nedamet gösterip tövbekâr oldular. Yûsuf -aleyhisselâm-'ın üstünlüğünü kabul ve hakkaniyetini tasdik ettiler. Matlup olan netice de bu sâyede hâsıl oldu.


Aşağıdaki şu misal de bu terbiyevî metodun bir başka tezahürüne aittir: Bir bölük gâfil genç, Dicle kenarında şarap içip eğleniyorlardı. Meşhur Hak dostlarından Mâruf-ı Kerhî -kuddise sirruh- oradan geçiyordu. Şimdi bu şeyhin, işlemekte oldukları melanetlerinden dolayı kendilerinin helâki için beddua edeceğini düşünen gençlerin keyfi kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla: "- Yâ Şeyh! Haydi, durma, bizim şu anda Dicle'nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduana başla!" dedi.


Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emaresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve: "- Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyada hoş dirlik verdiğin gibi, ahirette de dirlik ver." dedi. Ummadıkları bu tavır karşısında gençler: "- Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu sözün manasını anlayamadık." dediler.
İhlâsı bereketiyle şu kısacık ve sade sözlerine Cenâb-ı Hakk'ın tesir gücü verdiği Mâruf-ı Kerhî Hazretleri şöyle dedi: "- Evlatlarım! Hak Teâlâ, size ahirette dirlik vermek isterse tövbe etmenizi nasip kılar."


Yiğitler beklemedikleri bu müşfikâne tavır karşısında önce bir müddet düşünceye daldılar. Akabinde kendilerine pişmanlık ve nefis muhasebesi hâli geldi. Derken intibaha gelerek nedamet içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tövbe ettiler. Her iki cihanın saadet ve selâmetine talip oldular.


Yukarıda da zikrettiğimiz üzere tasavvuftaki kalbî terbiyenin diğer bir hususiyeti de, her ferdin mizacına göre bir ıslah ve irşat metodu tatbik edilmesidir.


Tarîkatlerin çeşitlenmesi, mizaçlardaki farklılıklara göre terbiye ve telkin metodunun zaruretinden doğmuştur. Meselâ, umumiyetle coşkun mizaçlı bir insan, Kadiriliğin takip ettiği usullerle daha kolay terakki eder. Şair, sanatkâr ve romantik mizaçlı kimseler, Mevlevîlikte huzur bulur. Vakur ve sakin mizaçlı insanlar ise Nakşî Tarikatı’nda kendilerine bir uygunluk görür ve bundan dolayı da o yolun telkinlerine ve terbiye usullerine daha kolay râm olarak terakki imkânı bulurlar.


Mizacın yok edilmesi imkânsızdır. Mürşid-i kâmiller de ancak, sâliklerin mizaçlarındaki istidatların nefsanî bir mecraya akmasına mani olarak, onları ulvî gayelere yönlendirmekle vazifelidirler. Her talebenin manevi âlemdeki şahsî hastalıklarına çare olacak hususi tedavi reçeteleri sunarlar.


Cahiliye Arapları, kız çocuklarını diri diri gömen taş yürekli kimselerdi. Onlar, hakkın yalnız güçlüye âit olduğu, güçsüzün her türlü dayanak, barınak ve sığınaktan mahrum bulunduğu, merhametten nasipsiz bir toplumun insanlarıydılar. Bu toplum, hidayet bulup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in manevi terbiyesiyle dünyanın en mümtaz insanları hâline geldi. Allah ve Rasûlü'ne duydukları muhabbeti, kalplerinde her an taze tutmakla kazandıkları zindelik sâyesinde, ibadetleri huşû ile doldu. Fazilet menkıbeleri, kıyamete kadar Müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini tenvîr eden ahlâk-ı hamîde misalleri oldu. Kendilerine "Ashâb-ı Kirâm" denildi.


Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin terbiyesinde öyle bir manevi seviyeye ulaşmıştı ki, Abdullâh bin Mes'ûd -radıyallâhu anh- bu durumu: "- Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!" (Buhârî, Menâkıb, 25) sözleriyle ifade etmiştir.


İşte tasavvuf, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye ve terbiyesi sâyesinde ashâb-ı kirâmın ulaştığı bu manevi seviyelerden nasiplenebilmenin ulvî bir yoludur. Yâni Hazret-i Peygamber'e vâris olmuş gerçek mürebbilerin elinde, nefsin terbiye ve kalbin de tasfiye edildiği manevi bir mekteptir. Bu manevi terbiye mektebine dâhil olup, insan-ı kâmil olma yolunda mesafeler kat etmeye "seyr u sülûk" tabir olunur.

Mürşid-i Kamil...




Maneviyat yolunda ilerleyen bir mümin, çok değişik tecellilerle karşılaşır. Zira insan kalbi okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bazen çok durgundur, bazen de korkunç dalgalı bir fırtına hâlindedir. Bu sebeple okyanusu geçip sâhil-i selâmete ulaşmak için geminin sağlamlığı kadar dirayetli bir kaptana da ihtiyaç vardır. Eğer kaptan fırtınalar esnasında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun derinliklerine gömüverir. Henüz yolun başındakilerde bu gibi tecelliler pek görülmez. Ancak bu deryada açıldıkça Rahmani mi şeytani mi olduğu bilinemeyen zuhuratlar, fertten ferde değişen bazı manevi cilveler, inkıbaz, inbisat(2) vs. tabir olunan birtakım hâller kendini göstermeye başlar. İşte bunların tespiti ve tedbiri için dirayetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır.


Her mümin bu istikamete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır. Ümmete en büyük numune şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kalbî hayatını da titizlikle ve takat nispetinde tatbik etmeye çalışmalıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hakk'a teslimiyetini, belâ ve sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nimetler, derya gibi önünde akarken sergilediği istiğna, tevazu ve mahviyeti, imkân nispetinde hayata geçirmelidir. Bu sebeple kalbî inkişaf yolundaki engelleri aşabilmek için, peygamber vârisi olan âlimlerin, ariflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine tevazu ve edeple müracaat edip, tavsiyelerini can u gönülden tatbike gayret etmelidir. Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nimet bilmelidir. Çünkü nurunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir delil ise, nur-i Muhammedî ile nûrlanmış veliler de Hazret-i Peygamber'in birer şahidi ve vârisidir.


Tasavvuf, kişide fıtraten -az veya çok- var olan manevi istidadı inkişaf ettirmektir. Her gönül -tabir caizse- altında petrol bulunan bir arazi gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği manevi bir istidattır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir. Bu istidadın inkişafı için manevi sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için ta madenin bulunduğu mıntıkaya kadar o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya çarpıp parçalanmaması için de sağlam olması icap eder. Bu demektir ki manevi rehberliğine teslim olunacak mürşidin muktedir ve dirayetli olması da son derece mühimdir. Bunun da belli bazı kıstasları vardır. Yeri gelmişken bu mühim meseleye bir nebze temas etmek isteriz:


Gerçek bir mürşid-i kâmili, sahip olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür:


Birinci vasıf: Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur'ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibarettir. Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir. Tıpkı karlı arazideki bir şahsın, adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir hassasiyetle basarak yürümesi gibidir. Bunun için mürşid-i kâmile "veresetü'l-enbiyâ", yani peygamber vârisi denir. Tabii ki, böyle bir bağlılığın muhtevasında nefsani bir hayat yaşanamaz.


İkinci vasıf: Söz ve hâlleriyle Allah’ı hatırlatmasıdır. Allah’ın veli kulları esma-yı ilâhiyye tecellilerine kâmilen mazhar olup, cemali sıfatları ahlâka inkılâp ettirdiklerinden etrafındakilere daima Allah’ı hatırlatırlar. Nitekim ashâb-ı kiram: "- Allah’ın veli kulları kimlerdir?" diye sorduklarında, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "(Allah’ın veli kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ'yı hatırlatan kimselerdir." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) buyurmuştur.


İşte Allah dostu bir mürşid-i kâmilin simasının da muhatabının gönlüne huzur vermesi, onu manevi bir âleme taşıması, Allah’ı ve âhireti hatırlatması icap eder. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü'nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır.


Cenâb-ı Hakk'ın en maruf isimlerinden ikisi "Rahman" ve "Rahîm"dir. Allah’ın veli kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, "Settâru'l-uyûb" dur. Bir veli de ayıp araştırmayıp bilâkis örter. Cenâb-ı Hak, Kerim’dir; evliyâullâh da cömerttir ve ikram etmekten haz duyar. Cenâb-ı Hak Gafurdur; veliler de hata ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halim’dir; evliyâullâh da hilm sahibidirler.


--------------------------------------------
1.İnkıbaz (kabz) ve inbisat (bast), salikte bulunan iki zıt hâldir. İnkıbaz, korku ve benzeri duygularla manevi daralma; inbisat ise ümit ile manevi ferahlamadır.


Kâmil mürşitler, Allah’ın dostudurlar. Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalpleri Allah’a yakındır. İbadetlerinde ciddiyet ve huşu vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri için onların duaları diğer insanların dualarından daha makbuldür. Vücutları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.


Samimi bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın manevi sıkletinden müteessir olur. Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun ruhuna huzur bahşeder. Lâkin bir mümin için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'le beraberlik, hayal ötesi bir güzelliktir. O peygamberler sultanının manevi heybetine muhatap olmanın şerefi karşısında bir müminin alacağı manevi hazzı tarif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den gelen manevi bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın ruhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihya edip manevi ufuklara götürmesi lâzımdır.


Üçüncü vasıf: Manevi tayindir. Bir zatı mürşit tayin etmek üzere bir zümrenin toplanması yeterli olmaz. Bu vazife, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e kadar uzanan sahih bir silsileden icazetli bir mürşid-i kâmilin tensibi ve tayini ile olur. Böyle bir tayin olmadığı zaman silsile orada kesilir. Bu sebeple bazı mürşid-i kâmiller, salâhiyetli birini bulamadıkları zaman kendilerine halef olarak, yollarını devam ettirecek birini bırakamazlar. Bazen bir tane, bazen de -Hâlid-i Bağdadi Hazretleri gibi- bir zuhurat ile çok sayıda mürşit bırakırlar. Bunun hikmeti, Cenâb-ı Hakk'a ait bir keyfiyettir.


Hülâsa, kalbin olgunlaşması ve manevi hakikatleri alıcı hâle gelmesi, bazı temrinlerle mümkündür. Bunun için manevi kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbik etmek icap eder. Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Hak dostlarının rehberliğine ihtiyaç vardır. Her salik, manevi inkişaf için kendisine rehber olacak bir mürşit aramalı, ancak terbiyesi altına gireceği mürşidde de bazı vasıfların mevcut olup olmadığına dikkat etmelidir.


Önemli birkaç ikâz: Buraya kadar anlattığımız hususiyetleri ile mürşid-i kâmiller, müstesna birer Hak dostu ve seçkin kullar olarak tebarüz ettiklerinden elbette ki, onlara karşı edep ve hürmette kusur etmemek ve kendilerinden manen istifade etmek icap eder. Ancak bu edep, hürmet ve istifadeyi, olması gereken sınırların dışına taşırarak ifrat ve tefritlerin arasında boğulmamalıdır. Zira bütün peygamberler de, sâlih zatlar da, öncelikle hepsi birer kuldur. Cenâb-ı Hak, kendilerine ilim, hikmet, marifet deryalarından neleri nasip etmişse, ancak onlara nail olmuşlardır. Zaman gelir, gözlerine ve gönüllerine iki cihanın sırları açılır, zaman gelir bir adım ötesini göremeyebilirler. Şeyh Sadi Gülistan'ında rivayet eder ki, bir kişi Hazret-i Yâkub'a: "- Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yusuf’un gömleğinin kokusunu Mısır'dan gelirken duydun da, neden yanı başındaki kuyuya atılırken onu görmedin?" diye sordu. Yakup -aleyhisselâm- da cevaben şöyle buyurdu: "- Bizim bu hususta nail olduğumuz ilâhî nasip, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı gerçekler, bize bazen ayan olur, bazen kapanır!"


Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, bir gün kendisine o an için bilmediği bazı sualler soran bir kimseye vahyin kesin olarak geleceğine istinaden, "inşâallâh" lafzını söylemeden: "- Yarın gel, cevabını vereyim!" buyurmuştu. Ancak ertesi gün ilâhî vahiy gelmedi ve bu hâl onbeş gün devam etti. Böylece âlemlerin kendisi hürmetine yaratıldığı o Varlık Nuru dahi aciz kaldı. Nihayet ilâhî vahiy ancak: "(Rasûlüm!) Allah’ın dilemesi olmadan (inşâallâh demeden) hiçbir şey için "Bunu yarın muhakkak yapacağım." deme!" (el-Kehf, 23-24) ikazıyla birlikte gelmeye başladı.


Bu ölçü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında bile tahakkuk ettikten sonra, onun muhtevasının, bütün kullara ne derecede şamil olduğunu iyi anlamak lâzımdır. Bu bakımdan, meselâ Allah’ın sevgili bir kulu, dua ettiğinde mutlaka kabul olacak veya bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifa bulacak denilemez. Zira bu hususlar, her iki tarafın ihlâsı yanında, bir de Cenâb-ı Hakk'ın muradına muvafık düşmelidir ki, maksat hâsıl olsun. Ayrıca yapılan dua ve ilticaların hepsinin kabulünün, hemen bu dünyada değil, daha sonra, yani ahrette de tecelli edebileceğini ve bunların da Hakk'ın iradesine bağlı keyfiyetler olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.


Başka bir önemli husus da, hem peygamberlerin hem de evliyâullâhın farklı farklı meşrep ve tasarruflara sahip olmasıdır ki, birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir. Onun için hepsinden aynı meşrep ve tasarrufları beklemek doğru olmaz. Kur'ân-ı Kerim’de de bildirildiği gibi Musa -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır'da yoktur; Hızır -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Musa’da yoktur. Aynı şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlana olamayacağı gibi, Hazret-i Mevlana da bir Hazret-i Geylânî olamaz. Zira her iki tarafa verilenler ve kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır. Ama elbette ki, hepsinde asıl gaye, kulluk ve marifettir. Çünkü Rabb'e giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısınca çoktur.


Diğer bir mühim husus ise, peygamberlerin dışında hiçbir kulun ilâhî teminat altında olmadığı hakikatidir. Yani bir kul zirvelerin zirvesine de çıksa, her an ayak kayması tehlikesi ile karşı karşıyadır. Nitekim bir zamanlar sâlih bir kimse olan Bel'am bin Baura, daha sonra nefsine uyarak ebedî hüsrana uğramıştır. Bu hâdise Kur'ân-ı Kerim’de şöyle bildirilir: "Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu ayetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir." (el-A'râf,175-176)


Kasas Suresi’nde bildirilen Karun’un misali de böyledir. O da pek müstesna sâlih bir kul iken, sefil bir gafil ve rezil bir asi olarak ebedî saadetini perişan etmiştir. Cenâb-ı Hak, onu, dayanıp güvendiği ve sırtını yaslayarak böbürlendiği servetiyle beraber yerin dibine geçirmiştir. Dolayısıyla hangi manevi makam, mertebe ve üstünlük olursa olsun, her hâlükârda kulların içindeki nefisler daima pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz gönülleri hüsrana uğratabilmektedir. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile: "Allah’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahi beni nefsimin hevâsıyla baş başa bırakma! Her hâlimi ıslah eyle! Şüphesiz senden başka ilâh yoktur..." (Ebû Dâvud, Edeb, 100-101) şeklinde Hakk'a ilticâda bulunmuştur.


Hak dostları da, daima bu hadis-i şerifin muhtevası içinde yaşarlar ve hiçbir zaman "bizim işimiz tamam oldu" şeklinde bir vehme kapılmazlar. Zira seyr u sülûklerini bitirseler de bu vehme kapılanlar, hep yarı yolda kalmışlardır. Ancak "daha olamadım" diyerek kendi noksanlarını görenler, acziyet içinde ve iltica hâlinde olarak hiç durmadan yol almışlardır. Öyle ki, peygamberlerin sertâcı olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahi, o kâbına varılmaz kulluk tezahürlerine rağmen, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmayı hiçbir zaman terk etmemiş ve O'nun bu hâlinin sebebini soran Hazret-i Âişe'ye: "- Ya Âişe, şükreden bir kul olmayayım mı?" (Müslim, Münâfikûn, 79) buyurmuştur.


Yine O Fahr-i Kainat, ezvâc-ı tâhirâtın rivayetine göre: "Rabbine hamdederek onu tesbîh et; ondan mağfiret dile! Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir." (en-Nasr, 3) ayetinden sonra her an bir öncekinden daha fazla hamd ve sena ile meşgul olmuştur.


O hâlde Hak yolunda kim hangi dereceye varırsa varsın, hiçbir zaman kulluk mes'ûliyetinden kurtulamaz ve amellerinde hiçbir şekilde eksiltme ve muafiyet ihdas edemez. Yani farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helâller, mubahlar, müstehaplar ve diğer bütün ilâhî düstur ve mükellefiyetler, kulluk yolundaki herkesin omuzlarına konmuş olup ölüm vaktine kadar da alınmayacaktır. Onun için gerçek mürşid-i kâmiller, bütün bir ömrünü: "Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et." (el-Hicr, 98-9) emrine tabi olarak yaşayabilme gayreti içinde olurlar.


Böyle manevi rehberler, halka karşı yaptıkları hizmetten dolayı en küçük bir talepte bulunmazlar. Hatta Rablerine kullukları için bile bir karşılık beklemezler. Çünkü bilirler ki karşılık bekleyerek amel-i sâlih işleyenler, yaptıklarının değer ve derecelerini düşürürler. Bu itibarla Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma, kendileri oruçlu oldukları hâlde, iftarlıklarını bir akşam kapılarına gelen bir miskine, diğer akşam bir yetime, üçüncü akşam da bir esire vererek üç gün suyla iftar etmişler, ayrıca o kimselerin teşekkürlerine de: "- Biz, sizden teşekkür bekleyerek böyle davranmadık. Yegâne maksat ve niyetimiz, Rabbimizin rızasıdır..." şeklinde mukabele etmişlerdir.


Hâsılı gerçek mürşid-i kâmiller, örnek bir şahsiyet sergilemek suretiyle peygamberlerin terbiye ve tezkiye vazifelerini devam ettiren ruh dünyasının zirveleridir. Aynı zamanda bu Hak dostları, Allah’a ve onun ulvî sıfatlarına arif olarak imanlarında ihsan derecesine ulaşmış kimselerdir. Böylece kendilerine Hak katında ilm-i ledün, hikmet, marifet vesâir nimetler bahşedilmiştir. Lâkin hiçbiri bir sahabe derecesinde değildir. Elbette sahabe de peygamberlerin merbetesinde, peygamberler de Hazret-i Peygamber'in makamında değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelince, o da, Hak Teâlâ'nın sadece kulu ve Rasûlüdür.


Bu hakikate binaen insanlara aşırı değer vermekten sakınmalı ve hepsine ancak bulundukları hâle göre muamele etmelidir. Yani Veysel Karânî ve hatta İslâm hukukunu tedvin eden İmam-ı Azam bile hiçbir zaman bir sahabe derecesinde olamaz. Zaman zaman bazı gafillerin, üstat belledikleri şahısları sahabeden, hatta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den üstün tutarcasına bir saygı, ihtiram ve -gûyâ- bağlılık sergilemeleri ise, hatadan öte bir dalâlettir. Bu dalâlet, Cenâb-ı Hakk'ın taksimatını tersine bir mübalağa içinde hakikatten uzaklaştıran garip bir ifrattır. Bunun içindir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylesi hâllere düşülmesi endişesiyle, gafilâne medh ü senalardan menetmiş ve övülecek hususlar şayet nefsaniyete sebebiyet verecekse, metheden kişiyi kastederek: "Onun yüzüne toprak serpin!" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 5) buyurmuştur. Çünkü nefsi tahrik edecek iltifatlar, kalbin felâketine atılan imzalardır.

Tasavvufta Hizmetin Önemi








Tasavvufi terbiyede hizmetin ehemmiyeti pek büyüktür. Gönüllere; tevazu, mahviyet ve mahlûkata şefkat duygusunu yerleştirmenin en müessir yolu hizmetten geçer. Bu bakımdan bütün mürşid-i kâmiller, saliklerin terbiyesinde hizmeti mühim bir vasıta telakki etmişlerdir.







Makbul bir hizmet; ihlâs, merhamet ve diğerkâmlık dolu bir gönülle mahlûkata yönelmek suretiyle Allah rızasının aranmasıdır. Hizmet ehli, mayın tarlasında yürür gibi bir hassasiyetle, muamelelerinde nezakete dikkat etmelidir. Zira muhatabı, nazargâh-ı ilâhî olan gönüllerdir.







İslâm ahlâkının esasını ararsak onu, Rabb'e aşk ve ihlâs ile yönelişte; bu yönelişin yegâne nişanını da hiç şüphesiz "hizmet"te buluruz. Zira "hizmet eden himmete nail olur" düsturu çerçevesinde hizmet, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıracak müstesna ve ulvî bir basamaktır. Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat ve sonsuz mükâfata mazhar olanların cümlesi, peygamberler ve evliya, hep bu basamağın üzerinde yücelmişlerdir. Yani bir ömür Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in: "Bir kavmin efendisi, onlara hizmetkâr olandır..." (Deylemî, Müsned, II, 324) hadis-i şerifinin müşahhas nümûneleri olmuşlardır.







Buna göre kullar için zirvelerin yolu ve ebediyet kazancı, samimi bir gönülle yapılan hizmetlerden geçmektedir. Öyle ki, yerine göre ilâhî rızaya muvafık küçük bir hizmet, nice nafile ibadetlerden üstün olabilmektedir.







Nitekim sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahabenin bir kısmı oruçlu, bir kısmı değildi. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlarsa, oruçlulara abdest için su taşıdılar ve onlara gölgelenecek çadırlar kurdular. Ancak iftar vakti olunca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Bugün, oruç tutmayanlar daha fazla ecre nail oldu." (Müslim, Sıyâm, 100-101) buyurdu.







Ümmetine böyle nice hizmet kandilleri uzatan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kuba mescidi ve Mescid-i Nebevî inşa edilirken ashabının bütün ısrarlarına ve mani olma gayretlerine rağmen, mübarek sırtlarında taş taşımışlardır. Varlık Nuru’nun bu yüksek tevazuu ve hizmet ruhu, bütün ümmet için eşsiz bir numunedir. Esasen onun hayatı, baştan sona Hakk'a, insanlığa ve bütün mahlûkata hizmetle geçmiştir.







Dolayısıyla o mübarek varlığı kendilerine örnek alan bahtiyarların hayatlarında da hizmet, en bariz vasıflardan biri olmaktadır. Yani her Hak âşığı ve Peygamber mecnunu olan gönül, ehl-i hizmettir. Ehl-i hizmet olanlar da, gökteki ay ve güneşe benzerler ki, etraflarını aydınlattıkça kendilerinin parlaklığı artar. Ne sonbaharın ne de kışın solgunluğu onlara bir zarar eriştirir. Diğer bir ifadeyle onlar, uzun yollar boyunca bin bir canlıya; hayvanata, ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hizmet ederek akıp giden bir ırmak gibidir ki, varacakları menzil ancak cananın sonsuzluk ve vuslat deryasıdır.







Bu hakikate aşina olanlar, halka padişah bile olsalar kendilerini devamlı olarak bir hâdim, yani hizmetkâr olarak addetmişlerdir. Koca Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han'ın, mübarek beldeler devletine emanet edilip de hutbede kendisi hakkında: "Hâkimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi)" denilince yaşlı gözlerle imama itiraz edip: "Bilâkis Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi)" diye düzeltmesi de hep ulvî bir hizmet anlayışının ve kulluktaki asıl gayeyi idrakin tezahürüdür.







Nitekim Ubeydullâh Ahrar -kuddise sirruh-, eriştiği mertebeyi hizmetin bereketine atfederek -tahdîs-i nimet kabilinden- şöyle buyurur: "Biz bu yoldaki mesafeleri, sadece tasavvuf kitaplarını okuyarak değil, okuduklarımızı imkân nispetinde tatbik etmekle ve halka hizmetle kat ettik. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler." Bu ise, sadece bilmenin kâfi olmadığını ve bildiğini mutlaka hizmete taşımak gerektiğini de ifade eder. Ancak yapılan hizmetin Hak katında makbul olması, bazı vasıfları haiz olarak icra edilmesine bağlıdır. Buna göre makbul bir hizmet; ihlâs, merhamet ve diğergamlık dolu bir gönülle mahlûkata yönelmek suretiyle Allah rızasının aranmasıdır. Yani hizmet, herhangi bir nefsi menfaat gözetmeksizin samimi olarak yapılmalı ve onunla âhiret kazancı hedeflenmelidir. Böyle olduğu takdirde hadis-i şerifte bahsedilen bir "yarım hurma" dahi ebedî kurtuluşa vesile olur.







Ubeydullâh Ahrar Hazretleri anlatır: Bir gün pazara gitmiştim. Aç bir kişi yanıma geldi ve: "- Açım, beni Allah rızası için doyurur musun!" dedi. O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşçı dükkânına gittim. Aşçıya: "- Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun mukabilinde şu aç insanı doyurur musun?" dedim.







Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iade etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim. Ubeydullâh Ahrar Hazretleri, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla sonradan büyük bir servete sahip oldu. Öyle ki çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübarek zat, buna rağmen hizmetten geri kalmadı. Zenginlik zamanına ait hâlini kendisi şöyle anlatır: "Semerkant'ta Mevlana Kutbuddîn Medresesi'ndeki dört hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için hastalıkları bana da sirayet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim."







Büyüklerin hayatındaki, Hak yolunda infak ve hizmet faziletine dair ideal davranışlar, bizler için güzel bir numunedir. Bir Müslüman ne kadar zengin olursa olsun, maddî imkânlarının hakkını ve bedelini ancak manevi dirayetini artırdığı ve kalbî hayatını seviyelendirdiği nispette verebilir. Maneviyatta terakki ettikçe zühd ve takva ölçülerine riayet ve zenginliğe rağmen kâmil bir tevazu sahibi olabilmek, Ubeydullâh Ahrar Hazretleri'nin kıssasındaki kadar ideal bir noktaya varır.







Hizmette ulaşılması güç mertebelerden biri de Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri'nin şu kıssasında müşahede edilmektedir: Yaşlı ve muzdarip bir hasta, Mâruf-i Kerhî Hazretleri'ne misafir olmuştu. Adamcağız bîçareydi; saçı dökülmüş, yüzünün rengi uçmuştu; canı, vücudunu bir çengel gibi pârelemekteydi. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bir yatak serdi ve hastanın istirahatini temin etti. Hasta, ıstırabının şiddetiyle inim inim inliyor, feryâd ü figân ediyordu. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gibi feryatlarıyla hane halkından da hiç kimseyi uyutmadı. Üstelik gittikçe huysuzlaştı ve ev halkına sitemler yağdırıp onları rahatsız etmeye başladı. Nihayet onun bu sert tabiatı ve kötü davranışına tahammül edemeyen evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçtılar. Evde, hasta ile Mâruf-i Kerhî'den başka kimse kalmadı. Mâruf-i Kerhî, geceleri de uyumuyor; bu huysuz hastanın ihtiyaçlarını görmek, ona hizmet edebilmek için çırpınıp duruyordu. Ancak bir gün uykusuzluğu had safhaya ulaşınca gayr-i ihtiyari uykuya daldı. Onun uyuduğunu gören gafil hasta da, kendisine şefkat ve merhametle kucak açan bu sâlih zata teşekkür edeceği yerde sitem ediyor ve kendi kendine:"- Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zahirde adları-sanları var; hakikatte ise riyacıdırlar. Her işleri hevâdır. Bunların dışları temiz ama içleri kirlidir. Başkalarına takvayı emrederler, kendileri yapmazlar. Bu yüzden şu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Kendi karnını doyurup uykuya dalmış kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan biçare hastanın hâlinden ne bilir!" diye söyleniyordu. Mâruf-i Kerhî ise, işittiği bu acı sözlere karşı da sabır ve kerem gösterdi. Duymazdan geldi. Lâkin sabrı taşan hanımı daha fazla dayanamadı ve Mâruf-i Kerhî'ye sessizce şunları söyledi: "- Şu huysuzun neler söylediğini duydunuz. Artık onu bu evde barındıramayız. Bize daha fazla ağırlık vermesine ve size cefa etmesine müsaade etmeyelim. Söyleyin buradan gitsin de başka yerde başının çaresine baksın. İyilik, kıymet bilene yapılır. Nankörlere iyilik yapmak, kötülüktür. Onları daha da azdırır. Alçak kimsenin başı altına yastık koyulmaz. Böyle zalim kimselerin başları taş üstünde gerektir." Hanımının bu sözlerini sükûnetle dinleyen Mâruf-i Kerhî, mütebessim bir şekilde şöyle buyurdu: "- Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yapmış ise bana yapmıştır. Onun nahoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsunuz ki, o daimi bir ızdırap içindedir. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor! Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefasına katlanabilmektir..."







Bu kıssayı nakleden Şeyh Sadi de, şu nasihatlerde bulunur: "Hizmetteki fazilet, kendini güçlü-kuvvetli ve sıhhatte gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere zayıfların yükünü çekmektir." "Muhabbetle dolan kalp, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir suretten ibaret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sahibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedakârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. Görmez misin ki, Kerh'de birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhi’nin türbesinden daha maruf ve ziyaretçisi bol olanı yoktur." Ehlullâh ne güzel söylemiş: "Tasavvuf, yâr olup bar olmamaktır." Yani herkesin yükünü çekmek ve buna rağmen kimseye yük olmamaktır.







Bilhassa merhamet ve fedâkârâne hizmetlerle ümmete rahmet kapıları aralanır. Bir hizmetin değeri, onun ifası için katlanılan fedakârlığın büyüklüğüne ve bir ibadet vecdiyle icra edilmesine bağlıdır. Yine makbul bir hizmet, sırf Allah rızası gayesiyle ve hizmete muhatap olanı incitip küçültmeyecek bir üslup ile ifa edilmelidir. Abdullâh bin Münâzil -kuddise sirruh-'un da ifade ettiği gibi: "Hizmette edep, hizmetten daha azizdir." Bu gerçeğe istinaden Hazret-i Mevlana buyurur: "Allah aşkı için çalış, Allah aşkı için hizmette bulun; halkın kabul etmesi veya reddetmesi ile senin ne işin var? Bu fani dünya pazarında sana bol bol kazandıracak bir müşteri olarak Allah kâfi değil mi? Allah’tan alacağın karşısında insanların verebilecekleri ne ki! O hâlde gözünü ve gönlünü insanlardan gelecek teşekkürlere değil, Allah’tan gelecek mazhariyete döndür!"







İşte tasavvuf yolunun gönülleri ulaştırmak istediği güzellik ve yücelik budur. Bu meyanda Emir Külâl Hazretleri, talebesi Bahâeddin Nakşibend -kuddise sirruh-'a, derunundaki nefsanî temayüllerin bertaraftı için şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçokları tam bir kalp huzuru, tevazu ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!"







Nitekim Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-, intisabının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan "hiçlik" hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hatta insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene, kâbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. Kendisi şöyle anlatır: "Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri ifa ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yoldan geçerken, Allah’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetin mukabilinde öyle bir hâl tecelli etti ki, onların inilti suretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk'a iltica etmelerini hisseder hâle geldim."







Yukarıdaki bu misal, Hâlık'tan ötürü mahlûkata, Hâlık'ın muhabbetiyle nazar ederek, fedâkârâne hizmetin müşahhas bir tezahürüdür. Cenâb-ı Hak, sâlih müminler hakkında ayet-i kerimede: "…Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar." (Âl-i İmrân, 114) buyurmaktadır. Salih müminlerin, bu hayır yarışındaki en güzîde hizmet ürünleri de vakıf müesseseleridir. Vakıf insanlar, insanlığın en zirvesinde bulunan peygamberler, veliler ve onların terbiyesinde kemale eren müminlerdir. Onlar, gönüllerindeki iman heyecanını dünyanın dört bir tarafına taşımışlar ve tarihin en güzîde altın sayfalarını yine onlar doldurmuşlardır.







Elbette ki hizmetler muhteliftir. Allah rızası için yapılan gayretlerin tamamı, hizmet dairesi içine girer. Mühim olan; gerek maddî ve gerekse manevi olarak gönüllerin, liyakat, istidat ve iktidarları ölçüsünde bir hizmeti gerçekleştirmesidir. Zira Allah Teâlâ, herkese bir hizmet takdir etmiş, onu yaratılışına göre bir işe lâyık kılmış ve bunun için maddî-manevi gerekli imkânları da bahşetmiştir.







Çok ibretlidir ki Veda Haccı'nda takriben yüz yirmi bin sahabe mevcuttu. Bunlardan yüz binin üzerindeki sahabe, dünyanın muhtelif bölgelerine yayılarak kendilerini ilâhî rıza istikametinde hizmete vakfetmişler ve oralarda vefat etmişlerdir. Nitekim Hazret-i Osman ve Abbas -radıyallâhu anhümâ-'nın oğullarının türbeleri Semerkant'ta, pek çok sahabenin kabri de İstanbul'da bulunmaktadır. Mekke ve Medine'de kalanların büyük bir kısmı da merkezi korumuşlar ve oradaki hizmetleri deruhte etmişlerdir.







Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin seksen küsûr yaşında ve o ihtiyar hâline rağmen iki sefer İstanbul'un surları önüne kadar gelmesi ve orada ruhunu teslim etmesi, insanları hidayete çağırarak, onları dünya ve âhiret saadetine kavuşturabilmenin cihanşümul gayretlerinden biridir. Hizmet aşkı ve âhireti kurtarabilme mücadelesi, onları dünyanın dört bir tarafına sevk etmiştir.







Hizmet ruhunun muazzam misallerinden biri de Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-'tır. Bu mübarek sahâbînin türbesi Çin'dedir.1 Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu, Çin'de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmiştir. Hâlbuki o zamanın şartlarıyla Çin, bir yıllık mesafededir. Bu sahâbî oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullâh hasretini bir nebze dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düşmüştür. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medine’ye vasıl olmuş, fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefat etmiş olduğu için O'nu görememiştir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kendisine emrettiği hizmetin kudsiyyetinin idraki içinde tekrar Çin'e avdet etmiş ve bu hizmetteyken ruhunu teslim etmiştir.







-----------------------------------------------------







1.Çin'in Guangzhou şehrinde de Sa'd bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-'a nispet edilen bir makam mevcuttur. Sahabe-i kiram ve ehlullâh kabirlerinin çoğu zaman bulundukları bölge halkının dini duygularının zinde tutulması ve korunmasında etkili olduğu bilinen tarihi bir gerçektir. Nitekim Orta Asya'da Semerkant, Buhara, Türkistan ve Taşkent gibi bölgelerde bunun örnekleri mevcuttur.







Bunlar, ancak iman vecdiyle takat getirilebilecek muhteşem ve fedâkârâne hizmet tablolarıdır. Onların hizmet aşk ve ruhu, bizler için ebedî kurtuluş yollarını aydınlatan parlak birer yıldız hükmündedir.







Hiç şüphesiz ki, sahabe-i kiram bu mertebeye Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in müstesna terbiyeleri ışığında hizmet mevzuunda bilhassa şu dokuz hususa titizlikle riayet ederek nail olmuşlardır:







1. Allah’a hizmet; emir ve nehiylerini severek eda etmek.

2. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e hizmet; ona gönülden muhabbet duyarak, sünnet-i seniyyesi üzere yaşamak.

3. İslâm büyüklerine hizmet; sevgi, vefa ve sadakat göstermek.

4. Anne babaya hizmet; öf dahi demeden rızalarını kazanmak.

5. Evlâda hizmet; sâlih bir mümin olarak yetişmelerini temin etmek.

6. Akrabaya hizmet; sıla-i rahimde ve kendilerine ihsanda bulunmak.

7. Müminlere hizmet; acılarını ve sevinçlerini paylaşmak.

8. Bütün insanlara hizmet; eliyle diliyle faydalı olmaya çalışmak.

9. Mahlûkata hizmet; bütün varlıkları şefkat kanadı altına almak.







Bütün bu hizmetleri ifa hususunda, Ali Râmitenî Hazretleri'nin şu ifadeleri pek ibretlidir: "Minnetle (başa kakmak suretiyle) hizmet eden çoktur. Ancak hizmeti nimet bilenler ise pek azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı nimet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur ve şikâyetçiniz azalır..."







Farkında olsak da olmasak da aslında hepimizin aradığı, ruhumuzun selâmeti, yani huzur ve sükûna kavuşmasıdır. Bu da Hakk'a ibadet vecdiyle ifa edilen hizmetlerle elde edilebilecek deruni bir hazinedir. Bu sebeple hizmet ruh ve şuuruna sahip bir mümin, her hâlükârda hizmet vasıta ve fırsatları bulmasını bilir. Allah rızası için yaptığı fedakârlıklarda, dünyevî menfaatler peşinde koşanların gösterdiği gayret ve hırstan daha fazla gayretli olur.







Aşk ikliminden beslenen hizmet arzusu, kalpte mekân bulduğunda, kulu sonsuzluğun seyyahı eyler. Kalp, Haccâc-ı Zalim’in katılığından çıkar, Yunus’un şefkat postuna bürünür. Bu ruh ile sahip olunan ilim, sanat ve ahlâk, mest edici bir ebedîliğe kavuşur. Bu itibarla samimi ve gerçek hizmetler, kalbî olgunluğun bir şaheseridir. Böyle kalpler, "nazargah-ı ilâhî"dir. Hâl böyleyken ömrü, kalbî meziyetlerden uzak bir surette geçirmek ne büyük bir hüsrandır. Ne mutlu, gönlünü gerçek manada hizmet aşkıyla doldurabilenlere…

Marifetullah ve Ariflerdeki Tecelliler





Mârifetullâh, bütün kâinattaki sır ve hikmetleri muhtevi, sınırsız ve sonsuz bir ilm-i ilâhîdir. Bu ilmi, tam anlamıyla tarif etmek, beşer idrakinin üzerindedir. Ancak herkes, iktidar, istidat ve gayreti nispetinde bu ilimden haz duyar ve nasiplenir. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "(Allah’ım!) Sen'i lâyık olduğun şekilde medh ü senadan acizim! Sen kendini nasıl medh ü sena etmişsen öylesin!" (Müslim, Salât, 222) buyurmuşlardır. Hadis-i kudsî olarak rivayet edilen: "Ben gizli bir hazine idim, marifetime (tanınmama) muhabbet ettim ve Beni tanımaları için mahlûkatı yarattım." ifadeleri de, mârifetullâhın ehemmiyetine işaret eder.


Kur'ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hadis-i şeriflerinden sonra Rabbin marifete ermiş has kullarının davranış ve sözlerinden daha güzel hiçbir söz yoktur. Çünkü onların davranış ve sözleri deruni ve ledünnidir, kesbi değildir. Bu sebeple onlara "veresetü'l-enbiyâ" denir. O has kulların davranışlarını müşahede eden ve kelâmlarını işitenlerin gönülleri feyiz ile dolar. Gayretleri artar, sırlar kendilerine ayan olmaya başlar, şeytani vesveselerden ve dünyevî ihtiraslardan halâs olurlar.


Bu Hak dostlarının bir kısmı, Hazret-i Âdem sıfatlı; bir kısmı Hazret-i İbrahim sıfatlı, bir kısmı Hazret-i Musa sıfatlı, bir kısmı Hazret-i İsa sıfatlı; bir kısmı da Muhammediyyü'l-meşrebdir. Muhammediyyü'l-meşreb olanların fârik vasıfları; marifet, muhabbet ve tevhit ehli olmalarıdır. Bu zevat-ı kiram içerisinde öyleleri de vardır ki onlar bütün fârik vasıfları kendilerinde cem ettiklerinden bî-sıfattırlar. Yani izahtan varestedirler.


Cenâb-ı Hak, sevdiği bu kullarına, hâllerine göre muhtelif tecelliler bahşetmiştir. Bu meyanda kimini Şah-ı Nakşibend eyleyip tasarruf ve mârifetullâhta sonsuz ve eşsiz bir himmet deryası kılmış; kimini Mecnun gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vadilerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz eylemiş, kimini Yunus Emre gibi aşk bülbülü kılmış, kimini de Hazret-i Mevlana gibi dilinden hikmetler fışkıran ve nadide inciler saçan bir mana deryası eylemiştir. Cenâb-ı Hak, bu farklı tecellilere mazhar kıldığı cümle velilerini, dostluk ikliminde marifet ilmiyle donatıp müstesna rehberler hâlinde bütün insanlığa ihsan buyurmuştur.


Mârifetullâha eren kâmil insan, Hakk'ın aşk ve muhabbetinin tecellisi altında olduğu için, mercek altında bir kâğıdın yanması gibi, onda nefsanî temayüller ömrünü tüketmiştir. Böylece, nurani bir cazibe merkezi hâline geldiğinden, diğer insanlar da gayr-i ihtiyari olarak onu sever ve sayarlar. Ancak o, fani iltifat ve alâkaların kıskacından kendini kurtarmış olduğundan; gurur, kibir ve ucub gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmez. Halk içinde Hak ile beraberdir. "Ta'zîm li emrillâh" yani Allah’ın emirlerine hürmetle riayet ve "Şefkat li halkillâh" yani Allah’ın mahlûkatına şefkat ve merhamet duygularıyla yaşar. Ancak Allah’a muhabbeti muktezasınca zıdd-ı kâmili olan zalim ve nankörlere asla muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız, merhameti icabı, onlara da acır, hidayetlerine dua eder.


Mal-mülk ve dünyaya ait bütün servetler, ona yalnız infak için lâzımdır. Kâmil insan, kendini mârifetullâha ve vasıl-ı illallah olmaya adamıştır. Artık o, bu cihanın kendine ait dert ve ızdıraplarına aldırmayan, has bir kuldur.


Mevlana -kuddise sirruh-, ruhların, nefislerin ve istidatların insandan insana farklı olduğunu, herkesin kendi aynasında kâinat nakışlarını, değişik açılardan ayrı ayrı gördüklerini ve kalabalıklar içinde dahi Allah ile beraber olma hâllerini şu kıssa ile ne güzel ifade eder: "Bir sûfî, neşelenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyinatı karşısında mest olur. Gözlerini kapayarak murakabe ve tefekküre dalar. Orada bulunan gafil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Onun bu hâline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye: "-Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allah’ın rahmet eserlerine nazar et!" der. Sûfî de ona şöyle cevap verir: "-Ey gafil! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesabesindedir. Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün...

Musaffa Bir Kalp İle Aleme Bakış...








Kalp, tasfiye edile edile, beşerî ve tasavvufî temrinlere munzam (ilâve) olan Allâh'ın lutf u keremiyle, yolun nihâyetinde öyle bir hâle gelir ki, sâhibini sûreten insan bırakmakla berâber, sîreten âdetâ melekiyet derecesine yükseltir. Bu durumda olanlardan bâzıları, fezâdaki sonsuz yıldızlardan herhangi biri gibi, kendi âlemlerinde ve dışa karşı tam bir meçhûliyet içinde yaşarlar. Böyleleri bilinemez.







Bunlardan diğer bazıları ise uhdelerine verilmiş olan ictimâî vazîfeler dolayısıyla -belli ölçüde- bilinirler ve kendi zamanlarından geleceğe doğru bir hidâyet meşalesi olarak, beşerî hayatta memuriyetlerini devâm ettirmek üzere bekâ sırrından nasip alırlar. Hâdiselerin arkasında bulunan sebepler zincirindeki nihâî sebebi, yâni murâd-ı ilâhîyi kavrarlar. Bundan dolayı hikmete vukûfiyetin huzur ve sükûnu içinde yaşarlar. Telâş ve endîşe gibi birçok beşerî zaaftan masûndurlar (korunmuşlardır).







Onlar için artık "abes" yoktur. "Yaratılanı hoş gör Yaratan'dan ötürü." ölçüsüyle başlayan mânevî terakkîde, hikmete îtibâr ile âlemin kâffesini ibret, muhabbet ve hayret hisleriyle dolu olarak seyre başlarlar.







Kudret-i ilâhiyyenin tecellileri olarak; doğan güneşe, ışık huzmelerinin gurûbda resmettiği rengârenk tablolara, hayrete gark olmuş bir sûrette bakarlar. Onlar, bir yılana bile bu gözle nazar ettiklerinden, başkalarının duyduğu ürküntü yerine, bu hayvanın derisindeki hârelere, ayakları bulunmamasına rağmen hareketlerindeki sürat ve cevvaliyete meftûn olurlar.







Bu Hak dostları, mahlukata muhabbet ve hikmet nazarıyla baktıklarından, vahşî hayvanların tasallutundan bile sâlimdirler. Çünkü muhabbet, muhâtabını itaatkâr kılma husûsunda, zamânımızda keşfedilmiş radyasyon gibi bir tesir icrâ eder.







Diğer insanlardaki kainat harikalarını alelâde görme hâli, onlarda bulunmaz. Gerçekten sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklit ederek vücûda getirdiği tabloları takdîrle temâşâ ederken, kâinât ve onun Hâlık'ı karşısında aynı takdîr hissini duyamaz. Bütün hârikaları "ef'âl-i âdiye" (sıradan işler) olarak telâkkî eder. Musaffa kalp sahibi olan Hak dostları ise, ressamın sırf nâmını devâm ettirmek için vücûda getirdiği bu tablolar yerine, asıl sanatkâr ve O'nun eserleri karşısında hayret ve heyecân duyan bir kalp ile yaşarlar. Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler. Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki hârika desenlere, insanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler ve gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların "lisân-ı hâl" denilen sırlı beyânlarına dikkat eder, kulak kabartırlar.







Böyleleri için bütün bir kâinât, artık okunmaya müheyyâ (hazır) bir kitap gibidir. Bunlar, satırdaki ilimleri aşmışlar, sadırdaki ilme ulaşmışlardır. Tıpkı bir zamanlar Selçuklu Medresesi'nde kitaplarına gömülmüş kendi hâlinde bir müderris iken, gönlü aşkla dolu Şems adlı meczup bir dervişin irşâd nazarlarıyla kıvılcım alıp, aşk ateşiyle yanmaya başlayan Mevlânâ gibi. O Mevlânâ ki, bu sûretle aşk iklîmine yeniden doğduktan sonra, zâhirî ilme âit kitaplar gözünden düşmüş, artık kâinâtın esrar ve nakışlarını okumaya başlamıştır. Ancak bundan sonradır ki, insan, kainat ve Kur'ân'daki sır ve hikmetleri fâş eden bir feryadnâme olan Mesnevî adlı şâheser vücûd bulabilmiştir.







İşte bu gibi hâllerle mütehallî olabilmek, ancak müminin kalbindeki aşk, istidat ve iktidârını inkişâf ettirdiği nispette mümkündür.







Böyle kalpler, artık tecellîgâh-ı ilâhî olmak yönünden âdetâ zirveleşmiştir. Hazret-i Mevlânâ, bu derecede musaffâ (arınmış) bir kalbin değerini -muhtemelen onun husûlünde beşerî irâde bulunduğu için- tekrîm ederek:







Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azer'est

Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber'est







Yani, "Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh'ın nazargâhıdır." buyurmuştur.







Sûfîlere ait menâkıb kitaplarında gönlün Kâbe'ye teşbîhine sıkça rastlanır. Bu keyfiyet, zübde-i kâinât (kâinâtın özü) olan insandaki kalbin, kâinât içinde Kâbe'nin mevkîine benzemesinden dolayıdır. Gerçekten her ikisi de tecelligâh-ı ilâhî olmak yönünden merkezî bir durumdadır. İlâhî tecelliyâtın birer temerküz (merkezîleşme) noktalarıdır. Bu menkıbelerde bazen gönlün Kâbe'ye tercîh olunan bir üslup ile takdîmi, kısmen âşıkâne bir coşkunluk ve kısmen de gönlü bu hâle getirmenin ehemmiyetini anlatmak ve bu husustaki gayretlere rağbet ettirmek içindir.







Gönlü tecellîgâh-ı ilâhî hâline gelenler hakkında İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın Kâbe-i Muazzama'ya hitâben söylediği şu sözler çok câlib-i dikkattir: "Sen ne büyüksün (ey Kâbe!). Senin şânın ne yücedir. Fakat gerçek bir müminin Allâh katındaki şerefi senden de üstündür." (Tirmizî, Birr, 85)







Kalp, imanın mahallidir. Kâmil bir mümin kalbinin Kâbe'den efdal olduğu, İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın bu ifâdesinden de anlaşılmaktadır.







Nitekim Hazret-i Mevlana, -adeta bu hakîkati te'yîd sadedinde- şöyle buyurmuştur: "Eğer sende basiret varsa, gönül Kâbe'sini tavâf et! Topraktan yapılmış sandığın Kâbe'nin asıl mânâsı gönüldür." "Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen sûret Kâbe'sini tavaf etmeyi, mâsiyetten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe'si elde edesin diye sana farz kılmıştır." "Şunu iyi bil ki sen, Allâh'ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe'ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez."







Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri ise bu yüceliğin şartını şöyle ifade eder: "Gönül, ancak mâsivâdan arınmış, mârifetullâh tâliplerine Kâbe olur."







Bu hususta İsmail Hakkı Bursevî de şöyle der: "Kalbe giren kimse Kâbe'ye giren kimseden daha üstündür. Bu sebeptendir ki sâlih kullara ve Allâh dostlarına: "Bizi de gönlünüzden çıkarmayınız." derler ve böylece istimdâd-ı feyz ve taleb-i himmet ederler."







İmam-ı Rabbani -kuddise sirruh- Hazretleri, insanın bir "küçük kâinât" olduğu gerçeğini şöyle ifade eder: "İnsan, âlemin küçültülmüş bir hülâsasıdır. Binâenaleyh âlemde var olan her şeyin bir nümûnesi de insanda mevcûddur."







Bu, yukarıda birçok kereler ifâde ettiğimiz üzere, insanın "hayır" ve "şer" olmak üzere iki kutupluluk gerçeğine işârettir. Dînin emirleri ve bunlara ilâveten tasavvufî temrinlerin gâyesi, şer temâyülleri mümkün olduğunca tesirsiz hâle getirerek, insan benliğine hayrın galebesini sağlamaktır. Bunun için bütün uzuvları ilâhî emirlere itaat çerçevesinde kullanmak gerekir. Lâkin bu hususta kalple alâkalı ameller ve temrinler, her şeyden daha ehemmiyetlidir. Çünkü bir hissiyat merkezi olan kalp, tefekküre, tefekkür ise irâdeye yön verir. Bu demektir ki, bütün irâdî fiillerin temel saikı kalptir. Orada yerleşip kök salan hislerdir. Kalp ise irade karşısında en müstakil bir uzuvdur. Onun ilâhî emirler çerçevesine oturtulması, diğer uzuvlardan daha ehemmiyetli ve daha güçtür. Yukarıda hasta kalpler için işâret ettiğimiz tedâvî yollarına âit güçlükler, bu keyfiyeti ispat için kâfîdir. Ancak elde edilen her netîcenin değeri, ona ulaşabilmek için katlanılan güçlükler nispetinde olduğundan, kalbin zabt u rabt altına alınmasının da ind-i ilâhîdeki değeri pek büyüktür. Bunda muvaffak olanlara Cenâb-ı Hakk'ın melekiyet ve bazen da ondan daha üstün hasletler lütfetmesi bu hikmete mebnidir.







Kalp ve onun manevi varlığının adı olan gönül, insanın saâdet ve selâmetini teminde bu kadar ehemmiyetli olduğu içindir ki, başkası tarafından incitilmesi bütün tasavvuf erbâbınca çok ağır bir cürüm sayılmıştır. Nitekim Hazret-i Mevlânâ gönül incitenleri şöyle ikaz eder: "Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsî'den de, Levh'ten de, Kalem'den de!.. Hor bile olsa gönlü hakîr tutma! O, horluğuyla gene de üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allâh'ın nazar ettiği varlıktır. Onu yapan can ne mubârektir. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tâmir etmek, Allâh katında birçok hayır hasenâttan daha yeğdir... Sus! Her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatılamaz."







İnsan vücudundaki sultani mevkii sebebiyle ilâhî tecellîlerin muhâtabı ve akis mahalli olarak, kalp tercih edilmiştir. Nitekim yukarıda başka vesîlelerle temâs etmiş olduğumuz üzere, imanın vücudu için "kalp ile tasdik" şartı aranır. Âyet-i kerîmede vahye mâkes ve muhatap olmak üzere de bir tefekkür merkezi olan dimağ değil, tahassüs merkezi olan kalp zikredilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:







"(Ey Rasûlüm!) Uyarıcılardan olasın diye Rûhu'l-emîn (Cebrâil) onu (Kur'ân'ı), apaçık Arap diliyle, senin "kalbine" indirmiştir." (eş-Şuarâ, 193-195)







Kalp terbiyesinde mesafe kat etme -diğer bütün faâliyetlerde olduğu gibi- beşerî gayretlere Allâh'ın nusret, lütuf ve keremlerinin inzimâm etmesiyledir. Zîrâ beşerî gayret ve amel-i sâlihler, mânevî bir zemin teşkîl etmekle berâber ilâhî lütuf ve yardımlara birer vesîle mesâbesindedir. Bu itibarla kul, bu yola girdiği takdîrde Allâh'ın lütuf ve keremine ümit bağlamalıdır. O ilâhî lütuflar kendisini -az veya çok- mutlakâ bir yere getireceği cihetle her hâlükârda kazanç muhakkaktır. Elverir ki Cenâb-ı Hakk'ın kuluna lütuf ve ikramda bulunmak için beklediği gayretler -imkân nispetinde- ortaya konulabilsin.







Eskiler, "Bir şeyin tamâmı elde edilemiyorsa, elde edilebilen kısmından da vazgeçmek gerekmez." derlerdi. Kalp terbiyesinde de böyle düşünmeli ve elden gelenin gerçekleştirilmesinde ihmâlkârlık gösterilmemelidir.







Tasavvufta yaygın bir darb-ı mesel vardır: "Baba himmet! Evlat gayret!" derler. Yâni üstâdından himmet bekleyen biri, az çok bir gayret sâhibi olmalıdır. Lütuf ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hakk'ın kalp terbiyesi hususunda da bir kuldan beklediği, "Nefsini bilen Rabbini tanır." hakîkatinin muktezasınca, ilâhî azamet önündeki acziyyet ve "hîç"liğini idrâk ederek samîmî ve hâlisâne gayretlerde bulunmasından ibârettir. Zîrâ bu nefis mücâhedesinde gayret kuldan, tevfîk ise Allâh'tandır. Muhakkak ki Cenâb-ı Hakk'ın bir kuldan soracağı hesap da, onun üzerinde gerçekleşmiş olan ilâhî lütuflar nispetindedir. Mühim olan, bir kulun nâil olduğu nîmetler nispetinde hakka ve hayra istikâmetlenmesidir.







Ya Rab! Bizlere gönül aynamızda hakîkat parıltılarını, iki cihânın sır ve hikmetlerini seyrettirerek, gözlerimizi ve gönüllerimizi öyle nurlandır ki öbür âlemde cemâlinle müşerref olalım!

Sıfat-ı İlahiyye ve Tecellileri...

Cenâb-ı Hakk'ın zatı birdir; sıfatları ise saymakla bitmez. Yani O'nun sıfatları belli bir miktarda değil, sonsuzdur. Tamamını yalnız kendi bilir. Bunlardan bir kısmı ise, sadece peygamberlere, bir kısmı da -doksan dokuz esma gibi- diğer insanlara bildirilmiştir. Âlimler de, doksan dokuza dâhil olmayan birçok sıfat-ı ilâhiyyeye vâkıftırlar.

Bilinen ve bilinmeyen bütün ilâhî sıfatlar ise, öncelikle kâinatın yegâne yaratıcısının noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf bir müteâl, yani hayal ötesi mükemmel oluşunu ifade içindir. Bu bakımdan: “Zati” ve “Subûtî” olarak iki kategoride tasnif edilen ilâhî sıfatlardan herhangi birinin noksanlığı veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesi mümkün değildir. Şöyle ki: O'nun varlığının kemali; diri, devamlı ve mutlak hayat sahibi olması iledir. O'nun hayat sıfatı, zıddı ölüm olan bir hayat değil, bilakis yalnız O'na mahsus bir hayattır. Bu husus Kur'ân-ı Kerim’de şöyle tavsif edilir: "Şanında ölmek olmayan daima hayat sahibi..." (el-Furkân, 58)

O'nun ilmi, düşünce ve fikir mahsulü olmaktan münezzehtir. Şu kâinatta görülen hiçbir akıl ve iradenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas olan nizam ve ahenk, Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sadık delilidir. Öyle ki bu kâinatta insanoğlu, küçücük bir buluşa bile sayısız kişi ve asırlarca zamanın birbirine ilâvesinin yardımıyla nice ilim ve kaideler neticesinde ulaşabilmektedir. Meselâ bugün pek yaygınlaşan cep telefonlarıyla irtibat hususiyeti, insanın yaratılışından ne kadar sonra ve nice tecrübelerin üst üste birikmesi ile ancak gerçekleşebilmiştir. Diğer terakkiler de böyledir. Hâlbuki bu keşif, icat ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar, Cenâb-ı Hakk'ın, kâinatın nizamına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği hususiyetlerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın ilmiyle mahlûkatın ilmi arasındaki sonsuz farkı şu misal ne güzel ifade eder: Hızır -aleyhisselâm-'ın, Musa -aleyhisselâm-'a acayip, garaip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnasında bir serçe kuşu gelerek bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Musa -aleyhisselâm-'a göstererek şu teşbihte bulundu: "- Allah’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkatın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır." (Buhârî, Tefsîr, 18/4)

Bu hakikatler ışığında Hazret-i Mevlana, ilim, semi ve basar sıfatlarının beşere talim edilmesindeki hikmeti şöyle ifade eder: "Cenâb-ı Hak, korkasın da fesat çıkarmayasın ve bozgunculuğa kalkışmayasın diye kendisinin âlim, yani "her şeyi çok iyi bilen" olduğunu bildirdi." "Çirkin ve kötü sözlere dudaklarını kapatasın diye kendisinin semi', yani "her şeyi çok iyi işiten" olduğunu bildirdi." "Gizli saklı kötülüklere bulaşmaman için kendisinin basîr, yani "her şeyi çok iyi gören" olduğunu bildirdi."

Var olan bütün kelâmlar da Cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatının birer tecellisidir. Böylece Allah Teâlâ, kelâm sıfatındaki sonsuz kudreti tezahür ettirmekte, ayrıca kendi yüce ism-i şerifini sayısız lisan ile zikrettirmektedir. O, cansız zannedilenler de dâhil her mahlûka kelâm sıfatından onlara has bir lisan bahşetmiştir. Ayet-i kerimede buyurulur: "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız..." (el-İsrâ, 44)

Şüphesiz bütün tesbih edişler, isimlerle olduğundan Allah Teâlâ'yı tanımanın, insan için mümkün olan yegâne vasıtası, O'nun idrak sahamızda olan sıfat-ı ilâhiyye tecellileridir. Bu sıfatlar ise, manaları düşünüldüğünde "sıfat", vasıflandırdığı zata delâletleri göz önünde bulundurulduğunda "isim"dir. Yani Allah, bu sıfatlarla o derecede muttasıftır ki, bunlar O'nun için isim derecesindedir. Nitekim insanlar arasında da şahıslar, sıfatlarıyla yüksek seviyede bir vasıflanma içindeyse o sıfatlar neticede onlar için bir isim olarak kullanılırlar. Hazret-i Sıddîk, İmam-ı Azam, Meyyitzâde vs. gibi. Dolayısıyla sıfat-ı ilâhiyye tecellilerine "esma tecellileri" de denilir. Bu meyanda O'nun sıfatları, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından da: "En güzel isimler Allah’ındır..." (el-A'râf, 180) ayetiyle birer isim olarak ifade buyurulmuş ve yüce Mevlâ, kendisini ilâhî isimleri vasıtasıyla kullarının idrakine takdim etmiştir.


Zira kul, ulûhiyet ile irtibatını isimle sağlar. Bu gerçek, Allah’ı tenzih için, O'nun adının vazgeçilmez bir unsur olduğunu ortaya koyar. Bu bakımdan kulun, O'na karşı yaptığı iyi veya kötü fiiller, ulûhiyetinin hakikatine değil, ismine yönelir. Böylece hakikati daima münezzeh kalır. Gerçekten de insan, eğer Cenâb-ı Hakk'ın has ismi olmasa, O'na karşı münasebetlerini düzenlemekte zorluk çeker. Çünkü insan, varlığı isimde görüp isimle ifade etmeye alışkındır. İnsan için isim, varlığın tescilidir. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-'ı yarattığı zaman ona bütün isimleri öğretmiş ve Hazret-i Âdem'in meleklere olan üstünlüğünü bununla ifade buyurmuştur. Zira bir varlığın adını bilmek, bir anlamda onun zati varlığını da tanımak demektir. Nitekim bizler, Cenâb-ı Hakk'ı, onun yüce isimleriyle bilmesek, O'nun hakkında ne bilebiliriz ki?

Yani insan, Rabbinin hususiyetlerini belirten isimlere daima muhtaçtır. Her kul, yaşadığı çeşitli durumlarında, Rabbini, hâline uygun bir ismiyle çağırmak ister. Bu isimler olmasaydı, O’nun la olan irtibatı çok noksan kalırdı, belki de mümkün olmazdı. Denilebilir ki bu isimler, zat ve ulûhiyet karşısında kulun dilsizliğini bir dereceye kadar gideren ifadeler, yani beşer ruhunun çıkmazlarını açan anahtarlardır. Zira Allah’ın isimlerini sadece zikretmek bile imanı beslemekte, ilâhî huzuru hissettirmekte, O'na olan aşk ve muhabbeti artırmakta, O'na karşı huşu sahibi kılmakta, O'nun katında olanlara rağbet ettirmekte, dünyadan ve onun fani lezzet ve hazlarından vazgeçirip ebedî olana yönlendirmekte ve Hakk'a dönüş/vuslat arzusuyla tutuşturmaktadır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in, çeşitli durumlarda okunmasını tavsiye buyurduğu dua ve zikirlerin, Allah’ın isimleriyle dolu olması da, bu faydaları gösterir.

Çok güç şartlar içinde bulunan, ilâhî merhamete çok muhtaç olan bir mümin, Rabbinden yardım isterken bu hâlini ifade edip özetleyecek bir tabir arar: "Rahman ve Rahîm" isimlerine sarılır. Günahlarının ağırlığı altında ezilirken, gönül bağının koptuğunu hissederken Hakk'a yaklaşacak bir vesile arar: "Gaffar ve Settâr" isimlerine sığınır. Kâinatta veya kendi ruhunda tecelli eden ilâhî kudret ve azameti temaşa ederken, kitaplarda ifade edilemeyecek duygu ve marifetini dile getirecek bir beyan arar: "Allâhu Ekber" diyerek, dalgalanan ruhu sükûnet bulur. Hâsılı kul, kendisinin muhtelif hâllerinde, Cenâb-ı Hakk'ın muhtelif sıfatlarının aracılığı ile ruhunun kilitlenmiş kapılarını açar ve hissettiği nice ihtilâç ve ihtiyaçları giderir.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, kendisini, hakikate mutabık olarak, fakat insanların anlayabileceği tarzda tanıtmıştır. Yani O'nun, kendisini: Âlim, Hakîm, Kadir, Gafur vb. birtakım sıfatlar vasıtasıyla tanıtmasında ve insanın da O'nu böyle tanımasında, aslında insana ait şahsî bir sebep vardır. Zira insan, bu vasıfların bir kısmını -son derece sınırlı da olsa- kendisinde bulur. Bu da, beşer idrakinin iman ve hidayeti için lütfedilmiş bir ilâhî mevhibedir.

Bir bakıma Allah’ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, "beşerî anlayışa yönelen ilâhî tenezzülât"tan ibarettir. Tecelli, tecelli edeni izhar eder. Fakat bu izhar, O'nu zatında olduğu gibi değil, bizim idrakimize tenezzülât hâlinde gerçekleşir. Bu gerçeğin ışığında Hazret-i Mevlana şöyle buyurur: "Hakk'ın nuru ile bakan kişi, zerrede ebediyet, sonsuzluk güneşini görür, bir katrede bütün denizi seyreder." İbrahim Gülşenî Hazretleri de, bu inceliği idrak ile şu terennümde bulunur:


Nedir bu katrelerde bahr-ı umman olduğun cana?
Nedir bu zerrelerde şems-i tâbân olduğun cana?


"Ey can, şu damlaların içinde bir umman denizi oluşun nedir? Şu zerrelerin içinde parlak bir güneş oluşun nedir ey can?" Bu sualin cevabı da Hazret-i Mevlana’nın şu sözlerinde gizlidir: "Hikmetinden sual olunmayan Hakk'ın işini kim anlayabilir? O işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir." "Aslında din işi, hayran olmak, şaşırıp kalmaktan başka bir şey değildir. Fakat bu hayranlık, tamamen akıl eremediği için hakikat kıblesine sırt çevirmek değil, aksine dostun mest ve müstağrakı olarak hayrete düşmektir." "Zira uykuya varırsak, O'nun aşkıyla kendimizden geçmişiz, O'nun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak O'nun yazdığı destanda, nice sırlar yaşarız." "Eğer ağlarsak, O'nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz; gülersek, O'nun parlak şimşeği oluruz." "Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, O'nun kahrının aksi, celâlinin tecellisi olur. Barışır, özür dilersek, bu da O'nun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür." "Bu girift âlemde biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiçbir harfle birleşmeyen, hiçbir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhur eden her hareket, her hâl, O'nun esma ve ilâhî sıfatlarının tecellisidir."
alıntıdır.