Site Arama

20120113

Tasavvufi Terbiye (Seyr-u Süluk)




İnsanlar istidat ve iktidarları itibariyle muhtelif seviyelerde yaratılmışlardır. Tasavvuftaki eğitim, sâlikin kalbî istidat ve iktidarı ile mizacına göredir. Mizaç ise büsbütün değiştirilemeyeceğinden, ilâhî emirlerle terbiye edilip yönlendirilebildiği ölçüde arzu edilen olgunluk hâsıl olur. Şeriatın, umuma mahsus ve herkes için aynı olan kaideler koymasına mukabil, tasavvufta sâlike, tıpkı numaralı gözlükler gibi fertten ferde değişen terbiyevî metotların kullanılması yolu terviç edilmiştir. Bu ikisi arasında bir tezat ve aykırılık olduğu zannı yanlıştır. Zira tasavvuf-şeriat münasebeti, meşhur misali ile bir pergele benzetile gelmiştir. Pergelin sabit ayağı şeriat, müteharrik ayağı tasavvuftur. Bu iki ayak arasındaki açıklık ise, muhatabın mizaç ve istidadına göre azaltılıp çoğaltılabilir.


Diğer taraftan tasavvufun bu hassas ölçüleri, Allah’ın emir ve nehiylerine riayeti ikmal etmiş insanlar için mevzubahistir. Bu sebeple gerçek mutasavvıflar, zahirî âlemlerini düzeltmiş ve iç âlemlerini terbiyeye yönelmiş kimselerdir. Zahirdeki kemâlâtı, bir de bâtınî inkişâf ile taçlandırmanın gayreti içindedirler. Zira zahirin ıslah ve ikmali mühimse de asıl olan iç âlem, yani kalptir. Çünkü fiillere vücut veren irade ise de, iradeyi yönlendirenin de ekseriya hisler olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. Hislerin mahalli ise kalptir.


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin manevi terbiyede takip ettiği hassas düsturlardan biri, muhatabını itâb etmemek, hatta kusuru kendisine hamlederek ikazda bulunmaktır. Pek çok vesileyle "Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum." şeklinde vaki olan kavilleri, bunun tezahürünün tipik bir misalidir. Bu kalbî rikkat ve hassasiyet ölçülerine tâbî olan gönül ehli de, muahezeyi nefsine, müsamahayı ise başkalarına tevcih etmeyi şiâr edinmişlerdir. Onlar, zahirden ziyade kalp temizliği ve dolayısıyla kalp terbiyesiyle meşgul oldukları için, günahkâra dahi merhamet ve müsamaha ile yaklaşırlar. Zira onlar, günahkârı değil, günahı bertaraf etmenin derdindedirler. Bu sebeple, insanın menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyiz ve bereketiyle kalplerini yumuşatarak ıslaha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedametin tatlı meltemlerinin vücut bulmasına zemin hazırlarlar.


Yusuf -aleyhisselâm-'ın Mısır azizi olduktan sonra, vaktiyle kendisini öldürmeye kastedip kuyuya atan kardeşlerinin yardım taleplerini reddetmemesi ve kendisini gizleyerek onlara îzâz, ikram ve ihsanlarda bulunması da kalbî terbiyede kâbına varılamaz bir inceliktir. Hâlbuki o an, elindeki güç ve saltanat ile kardeşlerinden pekâlâ intikam alabilirdi. Fakat o, kusurları başa kakmak suretiyle gönül yıkmanın değil, kötülüğe bile iyilikle mukabele edebilmenin, ayıp ve hataları setretmenin, şahsına yapılanları Hakk'ın rızası uğruna unutuvermenin eşsiz faziletine nail olmuş bir hidayet rehberiydi. Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın kardeşlerine olan bu hüsn-i mukabelesini şöyle beyan eder: "(Yusuf) dedi ki: Bugün sizi kınamak yok. Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir." (Yûsuf, 92)


Bu asil ve âlicenap tavırlar karşısında kardeşleri de nedamet gösterip tövbekâr oldular. Yûsuf -aleyhisselâm-'ın üstünlüğünü kabul ve hakkaniyetini tasdik ettiler. Matlup olan netice de bu sâyede hâsıl oldu.


Aşağıdaki şu misal de bu terbiyevî metodun bir başka tezahürüne aittir: Bir bölük gâfil genç, Dicle kenarında şarap içip eğleniyorlardı. Meşhur Hak dostlarından Mâruf-ı Kerhî -kuddise sirruh- oradan geçiyordu. Şimdi bu şeyhin, işlemekte oldukları melanetlerinden dolayı kendilerinin helâki için beddua edeceğini düşünen gençlerin keyfi kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla: "- Yâ Şeyh! Haydi, durma, bizim şu anda Dicle'nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduana başla!" dedi.


Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emaresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve: "- Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyada hoş dirlik verdiğin gibi, ahirette de dirlik ver." dedi. Ummadıkları bu tavır karşısında gençler: "- Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu sözün manasını anlayamadık." dediler.
İhlâsı bereketiyle şu kısacık ve sade sözlerine Cenâb-ı Hakk'ın tesir gücü verdiği Mâruf-ı Kerhî Hazretleri şöyle dedi: "- Evlatlarım! Hak Teâlâ, size ahirette dirlik vermek isterse tövbe etmenizi nasip kılar."


Yiğitler beklemedikleri bu müşfikâne tavır karşısında önce bir müddet düşünceye daldılar. Akabinde kendilerine pişmanlık ve nefis muhasebesi hâli geldi. Derken intibaha gelerek nedamet içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tövbe ettiler. Her iki cihanın saadet ve selâmetine talip oldular.


Yukarıda da zikrettiğimiz üzere tasavvuftaki kalbî terbiyenin diğer bir hususiyeti de, her ferdin mizacına göre bir ıslah ve irşat metodu tatbik edilmesidir.


Tarîkatlerin çeşitlenmesi, mizaçlardaki farklılıklara göre terbiye ve telkin metodunun zaruretinden doğmuştur. Meselâ, umumiyetle coşkun mizaçlı bir insan, Kadiriliğin takip ettiği usullerle daha kolay terakki eder. Şair, sanatkâr ve romantik mizaçlı kimseler, Mevlevîlikte huzur bulur. Vakur ve sakin mizaçlı insanlar ise Nakşî Tarikatı’nda kendilerine bir uygunluk görür ve bundan dolayı da o yolun telkinlerine ve terbiye usullerine daha kolay râm olarak terakki imkânı bulurlar.


Mizacın yok edilmesi imkânsızdır. Mürşid-i kâmiller de ancak, sâliklerin mizaçlarındaki istidatların nefsanî bir mecraya akmasına mani olarak, onları ulvî gayelere yönlendirmekle vazifelidirler. Her talebenin manevi âlemdeki şahsî hastalıklarına çare olacak hususi tedavi reçeteleri sunarlar.


Cahiliye Arapları, kız çocuklarını diri diri gömen taş yürekli kimselerdi. Onlar, hakkın yalnız güçlüye âit olduğu, güçsüzün her türlü dayanak, barınak ve sığınaktan mahrum bulunduğu, merhametten nasipsiz bir toplumun insanlarıydılar. Bu toplum, hidayet bulup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in manevi terbiyesiyle dünyanın en mümtaz insanları hâline geldi. Allah ve Rasûlü'ne duydukları muhabbeti, kalplerinde her an taze tutmakla kazandıkları zindelik sâyesinde, ibadetleri huşû ile doldu. Fazilet menkıbeleri, kıyamete kadar Müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini tenvîr eden ahlâk-ı hamîde misalleri oldu. Kendilerine "Ashâb-ı Kirâm" denildi.


Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin terbiyesinde öyle bir manevi seviyeye ulaşmıştı ki, Abdullâh bin Mes'ûd -radıyallâhu anh- bu durumu: "- Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!" (Buhârî, Menâkıb, 25) sözleriyle ifade etmiştir.


İşte tasavvuf, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye ve terbiyesi sâyesinde ashâb-ı kirâmın ulaştığı bu manevi seviyelerden nasiplenebilmenin ulvî bir yoludur. Yâni Hazret-i Peygamber'e vâris olmuş gerçek mürebbilerin elinde, nefsin terbiye ve kalbin de tasfiye edildiği manevi bir mekteptir. Bu manevi terbiye mektebine dâhil olup, insan-ı kâmil olma yolunda mesafeler kat etmeye "seyr u sülûk" tabir olunur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder